19 Aralık 2018 Çarşamba

Aceminin Kilimanjaro İle Sınavı



Pole Pole Kilimanjaro;


Dünyanın Afrika’sının, Tanzanya’sının Moshi adlı kasabasında acayip bir sessizlik, yalnızlık duygusu. Ağaçlıklar arasında tek katlı geniş villa ayarında otel odamdayım. Suyun tazyiği yeterli olmadığı için duşu kullanamıyorum. Küvetin içine iki büklüm oturmuş musluktan akan suyla banyo yapmak için çaba harcıyorum. Ayak tırnaklarımdan kafamdaki saç diplerine kadar ağrımayan tek santim yerim yok. Ayaklarımda ekstra birer parmak büyüklüğünde su toplamış şişlikler şahane görünüyorlar. Birlikte geldiğim grup Zanzibar’a uçup kızgın kumlarda keyif yapmak üzere bir saat kadar önce ayrıldılar. Ben direk Türkiye’ye döneceğim ve uçağım akşam üzeri, bu nedenle buralarda oyalanmak için vaktim var. Her şeyi yavaştan almaktayım, kahvaltımı gevşek gevşek yaptım. Topallayan ayağımla ağaçların altında ağız ayırıp çalışanlara gülümseyip sırıtıp odama geldim. Ve işte hayatımın en mutlu günlerinden birini yaşıyorum…

Her şey bundan 6 – 7 ay kadar önce eski dostlarımızla kurduğumuz minik Whatsapp grubunda geyik yaparken bana “Heyy biz Avustralya’lı bir grupla Kilimanjaro’ya tırmanma turuna katılacağız hadi sen de gelsene” davetini yapmaları ile başladı. Hayatımda hiçbir dağ tırmanışı tecrübesine sahip değilim. Biraz tabiatta yürüyüş tecrübesi ve genel olarak sağlıklı biri olmak haricinde bir güvencem yoktu ama geyik bu ya ansızın çok heyecan vermesi ile kabul ediverdim. Ve gruba katılmam çorap söküğü gibi geldi. Olur mu olur. Zaten hep dağ tırmanışı yapmayı istememiş miydim, olur mu olur.
Kilimanjaro’ya tırmanmak teknik dağcılık gerektirmiyor. Yani bütün tırmanma süreci yürüyerek gerçekleştirilebiliyor. Bu nedenle bu güzeller güzeli dağa tırmanmaya benim gibi oldukça acemi macera severler de cüret edip heveslenebiliyorlar. Oldukça turistik faaliyet halini almış da diyebiliriz.
Gruba katılıp masraflara dair ücreti de ödeyince iş ciddiye bindi. Hazırlık sürecime ara sıra ile sınırlı olan yürüyüşlerimi her güne çevirerek başladım. Her gün hepi topu bir ya da yarım saat yürüyüş. Biraz zaman sonra yürüyüşlerime biraz eğim kattım ve zamanla hiç düzenli gitmeyi başaramadığım spor salonuna bu sefer düzenli giderim diye yazıldım. Gerçekten de daha düzenli gitmeye başladım. Koşu bantları aletler filan çalışıyordum. Bu arada zaman geçiyordu. Birkaç dağcılık turu vb düzenleyen yerleri araştırdıysam da ya onların programı bana uymadı ya da benim işlerim onların programına derken tecrübe fazla kazanamadım. Son iki ay telaşlanmaya başladım. Spor salonunda bir hoca ile çalışmaya başladım. Hocam Onur’un bana çok faydası oldu. Direncimi zorlayan güçlendiren egzersizleri benim sınırlarımda yaptırdı. Artık yolculuğa çıkma vakti iyice yaklaşmıştı. Bu arada yol yol ihtiyacım olacak eksiklerimi de alakoydum. Tatlı bir heyecan oluyor tabii eksikleri almak. Diğer taraftan Tanzanya’ya gitmeden önce sağlık açısından bir hazırlık da gerekiyor. Ben bu amaçla yaklaşık iki hafta önce Seyahat Sağlığı Merkezini ziyaret ettim. Tanzanyada gittiğim yer 1800 mtre yükseklikte ama yine de tedbir olsun diye sıtma haplarından verdiler. Arazi dağ tepe dolaşacağım için tetanoz iğnesi yapıldı bir de tifo (çok özür dileyerek bunu yanlış hatırlama riskim var diyeyim) iğnesi yapıldı. (Tanzanya’ya gidecekler için bir de şu şartlar durumunda sarrı humma aşısı zorunlu tutuluyor; 1 yaşından küçük bebekler için ve Tanzanya seyahatinin hemen öncesinde 12 saatten uzun süre ile sarı humma riski taşıyan ülkelerden birinde bulunanlar için. Örneğin Tanzanya’ya uçarken 12 saatten uzun bir süre Kenya hava alanında kalacaksanız bile bu aşıyı önceden planlayıp yaptırmış olmanız gerekecektir.) Sağlık önlemleri ve aşılara dair www.iamat.org sitesini inceleyebilirsiniz.  Vize konusunda ise ben Avustralya pasaportuna da sahip olduğum için kapıda vize almam yeterli oldu. Türk vatandaşları için vize durumunu internette biraz araştırdım. Tanzanya İstanbul Fahri

Başkonsolosluğuna göre  vize başvurusu yapılması gerekli. Ama birkaç sitede ise Tanzanya Türk vatandaşlarına vize istemeyen ülkeler arasında yer alıyor. Bu tutarsız bilginin kesinleştirilmesi gerekli belli ki.


En sonunda hazırlıklarımı tamamladım, sırt çantalarımı tepeleme doldurdum. Yolculuk günüm geldi çattı. Eşimi ve oğlumu Ankara’da bırakıp uçağa atladım. Ben araştırmalarım sonucunda fiyat rahatlık dengesi açısından en uygun uçak bileti kombinasyonunu şu şekilde yakaladım: Ankara – İstanbul (Anadolu Jet), İstanbul – Dar Es Salaam (THY) , Dar Es Salaam – Kilimanjaro (Precision Air). Bilhassa gidiş uçuşlarımın arasında minimum 3 saat olmasına özen gösterdim çünkü büyük sırt çantamı bütün yolculuk boyunca yanımda taşımam mümkün olmayacaktı. Nakiller sırasında diğer uçuşa yetişememesi riskini alamazdım. Gerçi zaten Dar Es Salaam’da valizimi alıp iç hatlara tekrar vermem gerekti. Orada kaybolma riskini iyice düşürmüş oldum. Geçen sene safari ve Zanzibar gezisi için Tanzanya’ya geldiğimiz zaman valizimiz aktarma uçuşunda takılmıştı ve Hakuna Matata’nın (Takma Kafana anlamına geliyor) mucidi bir ülkede o valizin size ulaşması ancak sizin özel çabalarınızla yaklaşık 3 gün sürüyor. Bu tecrübeyi aslında iyi ki yaşamışım. Şimdi çok değerli sırt çantamın yollarda kalması gözüme kabus gibi görünüyor. Yine de her halükarda değerli eşyalarımdan biri olan botlarım ayağımdaydı zaten. Diğer eşyaların elinizde olmaması demek sizi tırmanış konusunda dehşet kiralama paraları ödemek zorunda bırakabilir. Ne kadar kiralama yapsanız bile yine de eksiklerle yola çıkma durumunda bırakır. Velhasıl eşyalarınızın son noktaya ulaşmasının önemini ne kadar anlatsam azdır. 

Haydi yola devam edelim. Dar Es Salaam’a gece yarısı iniliyor. Kili Havaalanına uçuş ise sabahdı. Mecburen iç hatların pek mutevazı bekleme salonunda vakit geçirmek gerekiyor. Afrika’dayım yaaa kahvenin güzel olması gerekmez mi. Ah bu havaalanları. Kilimanjaro Havaalanına da şirin minnak uçağımla gidiyorum. Uçakta ilk başta bir güzel uyuyorum. Uyandığım gibi yanımda oturan gençten bir bey sanki gözümü açmamı sabırsızlıkla bekliyormuş gibi benimle konuşmaya başlıyor. Bana uçağa bindiğinden beridir bacağının neden ağrıdığını anlayamadığından bahsediyor. Ben kendime gelip konuşmaya çalışıyorum biraz zombi gibiyim ama idare ederim. Gittiğim yerlerde insanlarla sohbet etme imkanlarını kaçırmayı hiç sevmem. Kendi ufak tefek ticaret işlerini yapıyormuş, bir ailesi varmış. Küçük iki çocuk sahibiymiş, İstanbul’a gelmeyi gerçekten çok istermiş. Bir de uçaktan indikten sonra taksi vb ayarlamakta bana biraz yardımcı olsa iyiydi ya biraz çabuk kaçtı. Uçaktan indikten sonra sırt çantamı valizler arasında bulmak bir numaraları iyi haber tabii ki. Artık buraya kadar gelmişim Moshi adlı kasabaya ulaşırım değil mi? Şöyle biraz sağıma soluma bakındım belki başka taksi ya da ulaşım aracı bekleyen vardır diye. Ne de olsa biraz olsun turistik bir alandayım. Ama kimseyi bulamadım. Mecburen taksi şoförlerine yaklaştım. Moshi içindeki gideceğim otele kadar 30 USD’ye anlaştık. Zaten fiks fiyat bu dediler. Pek pazarlık imkanım da yoktu. Tanzanya geçen seneki tecrübemizden de biliyorum pek de öyle ucuz bir ülke değil. Gelirken bunu hesaba katmak gerekiyor. Takside benim uykum açılmıştı ama şoförümüz pek konuşkan değildi. Ben de manzarayı izleyerek vakit geçirdim. Tek katlı mutevazı evlerle kaplı aralıklı yerleşkeler tüm yol kenarlarını takip ediyor, bol miktarda yürüyen insanlar var, kadınlar kimisi açık kimisi kapalı kıyafetlerdeler ama hepsi rengarenk elbiseler ya da etek bluzler giyinmişler, erkeklerin kimisi (daha çok gençler) spor tarzı giyiniyorlar kimisi ise beyazlar içindeler. Ortam genel olarak yeşillik. Güneşin açısı mı bir değişik yoksa Afrika’da olmanın şartlanması mı gün ışığı sanki farklı tonda aydınlatıyor dünyayı. 



Tanzanya ana karada yaklaşık 2/3 oranında hiristiyan, 1/3 oranında müslüman ve geriye kalan az miktarda da diğer yerel dinlere mensup halktan oluşmakta. Genel olarak birbirleri ile barışık hayatlar sürdürüyorlar. Farklı dinden mensup insanların evlenmeleri de oluyor. Ama benim karşılaştığım insanların neredeyse tamamı hıristiyandı. Trafikte çok büyük oranda motorsiklet üzerine monte edilmiş kaplama sayesinde minicik araçlara dönüşmüş bjajiler var, bir çok ailenin ulaşım aracı desem yeridir. Bunlar Tayland’daki tuktuklara benziyor.   
En sonunda otele ulaşıyorum; otelimin adı Sal Salinero Hotel. Şehre girdikten sonra da zaten insan kendini çok şehirde gibi hissetmiyor aslında otelin önüne ulaşınca aaa geldik mi şeklinde şaşırdım. Birlikte dağ tırmanışına çıkacağım içinde arkadaşlarımın da olduğu Avustralya’lı grup da otele öğleden sonra ulaşacaklar. Benim için daha saat sabahın 10’u. Tanzanya ile Türkiye arasında saat farkı olmadığı için jet lag gibi bir sorunum yok ama yolculuğun gece boyu sürmesi nedeniyle ve ertesi gün büyük macera başlayacağı için fırsat varken dinlenmeyi tercih ettim. Bana yazımın başında da bahsettiğim geniş odalardan birini açıyorlar bile. Bir iki saat uyduktan sonra kalkıp zindeleşiyorum. Moshi’nin şehir merkezinde ne varmış diye şöyle bir bakıyorum; turistlerin sıkça tercih ettiği Union Cafe gözüme çarpıyor. Birkaç ufak tefek müze, sanat merkezi benzeri yerlerin reklamı da var ama geçen sene Zanzibar’daki benzer yerleri gezme tecrübemden dolayı çok heyecan duymuyorum. Bu Cafeye de mecburen taksi ile gidiyorum. Bu kafe eski yıllardan beri kahve işleten bir kooperatifin uzantısı bir yer. Duvarlarda yıllar içinde yöneticilik yapmış çoğunluğu yerli bir kaçı beyaz adamların resimleri var. Şehir merkezinde biraz turlayıp taksi aradıktan sonra bulamayınca cesarete gelip yürüme kararı alıyorum. Sokaklar gıcır gıcır asfalt değil ama geniş ferah yollar. Yürümesi yüksek palmiye ve benzeri tiplerde ağaçların altında rahat geçiyor. Sadece düşündüğümden biraz uzun sürüyor.  Otele varmama birkaç dakika kala yanımdan safari araçları geçiyor. Bir tanesinden Fatmaaaaa sesleri çınlıyor. Benim grup safariden dönüyorlar. Yolda karşılaşıp kucaklaşıp araçla otele varıyoruz.   



Otelde grubun diğer üyeleri ile de tanışıyorum. Bayaaa kalabalık bir grup isimleri ezberlemem biraz zaman alacak. Bu grupla ne alakam mı var? Vaktiyle oğlumuz doğmadan önce eşimle ben dört yıl Avustralya’da yaşamıştık. Hatta dönmeden kısa süre önce vatandaşı da olduk bu güzel ülkenin. Beni davet eden arkadaşlarım da Avustralya’da tanıştığımız bizden yıllar sonra Türkiye İzmir’de yaşama kararı alan dostlarımız oldular. Onların önceden yaşadıkları yerden kızlarının okuduğu liseden öğrenciler ve anne / babaların oluşturduğu bir gruptan bahsediyorum. 




Tüm grubu bu sefer de tırmanma mecaramızın tüm organizasyonunu üstlenen Hidden Valley Safaris patronu ve baş rehber karşılıyor; Monsera ve Freddy. Monsera genel hatları ile turdan bahsediyor. Sabah sekizde yola çıkacağız, şurda burada duraklarımız olacak ve benzeri bilumum bilgiler. Bol miktarda bir sorunuz derdiniz oldu mu Freddy’e baş vurun diyor; Freddy sadece gülümsemekte, baş sallamakta ve her adı geçtiğinde baş parmakları ile Yesssss dercesine kendini gösteriyor. İngilizce bilmiyor olamaz değil mi?? Yok yok ingilizce biliyor çok şükür. Sonra kiralamak istediğimiz malzemelerin yanına gidiyoruz. Tur şirketi çadır ve üzerinde yatacağımız matları standart olarak sağlıyorlar. Bizim diğer herşeyi ya yanımızda getirmiş olmamız ya da oradan kiralamamız gerekiyor. Neredeyse hepimiz uyku tulumu ve tulum astarı, yürüme sopaları kiralıyoruz. Bu tulumlar eksi 20 dereceye kadar sizi rahat ettirecekleri iddia adiliyor. Tabii kişiden kişiye değişiyor bu konfor durumu. Akşam güzel bir mangal partisi ile son biralarımızı içip iyi bir uyku çekmek için odalara gidiyoruz. Sabah 7’de uyanıyoruz. Kahvaltı hazırlık ile 8-8 buçuk gibi yola çıkmaya hazırız.


Kilimanjaro’ya tırmanırken sadece kendi günlük kişisel ihtiyaçların olduğu sırt çantasını kendimiz taşıyacağız. Diğer çadır ve yüklerimizi taşıyıcılar yüklenecek (orada adları porter idi). Tabii onların yükleri taşıması bizim popuşumuzu zor bela zirveye çıkarmamız havalı bir şeymiş gibi duruyor mu insan kendini sorguluyor ama diğer yandan Kili’ye en yüksek kondisyonda tecrübeli birisi de istese bile yükünü taşıyarak çıkamıyor. Yani buradaki insanların geçim kaynağı olduğu için taşımak ve para kazanmak istiyorlar. Tur şirketine ödenen para, standart verilen ekstra taşıma hizmeti ücreti ve son aşamada ellere sıkıştırılan bahşişler derken çok kötü bir senaryo ortaya çıkmıyor. Her neyse zaten sırt çantasını taşıyacak olsam başaramayacağım kesindi. (Tırmanış için getirdiklerim listesini aşağıda bulabilirsiniz.).




Kilimanjaro tüm dağ olarak bir ulusal park ve biz de ilk olarak ulusal park ana geçidine geliyoruz, Burası Machame Geçidi yani bizim tekip edeceğimiz rota da Macheme Rotası diye adlandırılıyor. Burada başka gruplar da var. Herkes giriş için formlarını doldurmak organize olmakla meşgul. Giriş formları dolduruluyor. Taşıyıcılar eşyaları bölüşüyorlar herkes yola çıkıyor. (Güzergah hakkında daha fazla bilgiyi aşağılarda paylaşacağım). İlk gün yürüyüş nasıl da rahat, sohbet ede ede çıkıyoruz. Grubumuzdaki kişilerle kısa tanışma sohbetleri, manzaranın güzelliğinden bahsederek güle oynaya yol alıyoruz. Tırmanış eğimi hafif zorlayıcı değil, çevremiz yağmur ormanları ile kaplı. Yağmur ormanları olarak tanımlanacak her hangi bir orman ne kadar güzel olursa burasının manzarası da o kadar güzel yani harika görünüyor. İlk günü oldukça uzun ama hiç de o kadar zorlamayan bir yürüyüş ile bitiriyoruz. Bundan sonraki her kamp girişinde yapacak olduğumuz gibi kayıt defterine imzamızı atıyoruz. Ve bizden önce gelmiş taşıyıcılarımızın hazır ettiği çadırların bulunduğu kamp alanımıza gidiyoruz. Beklediğimin üzerinde bir konforla karşılaşıyorum. Tabii bu hizmetin de sınıfları var, birlikte gittiğim grup her sene geldikleri ve kalabalık olduğumuz için bize sunulan imkanlar oldukça üst sınıfmış. Örneğin ellerimizi sıcak su ile yıkayabiliyoruz. Muntazam büyük çadırlar içinde sandalyelerde, masalarda oldukça lezzetli yemekler yiyoruz. Son bir iki gün taze meyvemiz bitene kadar ilk günler menüde taze meyve hep oldu. Ayrıca çorbamız da hep oldu. Yemekler çok lezzetliydi. Hepsi biz gelmeden biraz önce taze taze pişiyordu. Portatif tuvaletler vardı. Biz gelmeden önce temiz şekilde kuruluyordu. Ayrıca tüm rehberler, taşıyıcılar çalışanlar çok güler yüzlü yardımsever kibardılar. Biz tüm grup olarak Hidden Valley Safaris’den çok memnun kaldık.


Yemeklerden bahsederken şunu da ekleyeyim tur rehberlerimiz bizi sürekli olarak ne kadar yiyebiliyorsak o kadar yememiz konusunda uyardılar. İştahınız varken yeyin diye defalarca hatırlatma yapıldı. Rehberlerimiz gelip tabaklarımızı kontrol ediyorlardı ve az yiyenleri daha fazla yemeleri için ısrar ediyorlardı. Sebep ise iştahımız varken kendimizi beslememiz çünkü yükseldikçe iştahımız azalacakmış ve son günlerde belki de doğru düzgün yiyemeyecekmişiz. İleride de anlatacağım gibi son bir buçuk günde neredeyse hiçbir şey yemeden yaşadım desem doğru olur.





Nerede kalmıştık; çadırlarımızı seçtik, ben arkadaşların genç kızı Nataşa ile kalacağım. Çadırlar o kadar küçük değiller ama hiçbir malzememizi dışarıda bırakmamız uygun olmadığı için botlar çantalar vb de çadır içine girince eşyalarımızla kucak kucağa yattık desek yeri olur. Yemeklerimizi yedikten sonra ne kadar ortamı biraz ışıklandırmaya kalksalar da, kafa lambalarımız da olsa ortalık karanlık tabii. Oturmak bir yere kadar gidip dinlenmek lazım. Vakitli yatıyoruz. Amanın sırt çantamda olduğuna emin olduğum şişme yastığımı ne kadar ararsam arayım bulamıyorum. Korkarım otelde bıraktığım çantada kalmış. Yapılmaması gereken bir hata. Ne kadar da kıyafetlerden havludan yastık uydurmaya çalışsam da aynı olmuyor. Neyse ilk gün çok güzel bir uyku çekiyorum. Çok zinde bir şekilde uyanıyorum. İkinci gün Machame Kampından sonra yürüyüşümüz ilk günkü kadar uzun olmayacak yaklaşık 5 saat kadar ama bariz daha dik bir güzergahta ilerleyeceğiz. Yol aldıkça ve irtifa yükseldikçe sık yağmur ormanları yerini biraz daha seyrek bitki örtüsüne bırakmaya başlıyor. Kondisyonumuz hala iyi sohbetlerimiz ilk günkü kadar sıkı olmasa da hala devam ediyor ama yükseklik ve dik yürüyüş kendini bugün biraz daha hissettirmeye başlıyor. Hımmm biraz yorulmaya mı başladım bugün diye kendime soruyorum ama yok yok iyiyim. Ama gelin görün ki boğazımda zaten çok sıkı kontrol ettiğimi düşündüğüm hafif sızlamada biraz artma başladı. Bu seyahate çıkmadan yaklaşık bir hafta önce sevgili oğlumun bana oldukça nahoş bir sürprizi olmuştu. Yavrum Haziran gibi bir ayda ciddi bir gribe yakalanmıştı. Ben oğlumun bakımının yanı sıra kendime de her gün vitamin, vücut direncini artırıcı destekler, koruyucu ilaçlar bombardımanı yapmıştım. Boğazımdaki hafif sızlamayı da pekala kontrol altına aldığıma inanıyordum ama gelin görün ki hesap tutmadı, ikinci günün sonlarına doğru ben baya bayaa hastalanmaya başladım. İkinci kamp alanımıza geldiğimizden sonra yemekler yendi, çadırlar bulundu, tuvalet kişisel temizlik üst baş değişimi, biraz sohbet falan filan ile biraz zaman geçirdik. Bu arada kişisel temizlik ıslak mendillerden oluşmakta bütün bu tırmanma süreci boyunca banyo diye bir mevhumu unutmak gerekiyor. Akşam vakti tulumumun içine girdim ama hastalık geldi çattı. Üşüyorum, ayaklarım buz kesti, boğazım dehşet ağrıyor, burnum tıkalı, buyurun buradan yakın. Bu halde uyuyamamaktayım. Havanın soğuğu gece iyiden iyiye kendini hissettiriyor. Ayaklarım özellikle ısınmıyor. Biraz da artık neredeyse 4000 m irtifayı bulmanın etkisiyle hafiften yükseklik de etkiliyor herhalde. Her neyse ne kadar uyuduğum hakkında hiçbir fikrim olmadan sabahı ettim. Tek iyi haber ateşimin çıkmamış olması. Yapacak bir şey yok bu halde yola devam edeceğim ve çok daha kötü hissetmemenin duasını edeceğim. Üçüncü günün rotası yolun yarısında tırmanmak yarısında ise geri başlangıç irtifasına ulaşmak. Yani bulunulan yükseklik ortalamalarına vücudu alıştırmak. Tırmanış çok aşırı zorlamasa da biraz yıpratmaya başladı. Artık tabii kendimi de sorgulamaya başladım. Ahh ah biraz daha sık ve uzun yürüyüşler yapmalıydım. Yaaa niye bazı günler evde oturmuştum sanki.


Neyse yolu aldım, yarı yolda Şiva Kraterine ulaştık buraya yakın bir yerde öğle yemeği için geçici kamp kurulmuş. Muntazam öğle yemeği yemek hoş bir sürpriz oldu. Bu arada yol boyu düzenli su içmeye özen gösterdik, her adımda her aşamada defalarca tekrar edilen uyarı bol bol su içmemiz gerektiği, su için su için su için, kulağımızdaki en büyük küpe. Su bu tip bir maceranın olmazsa olmazı. Şimdiye kadar hava gündüzleri o kadar soğuk değil. Zaten kısa molaları saymazsak sürekli hareket halinde olduğumuz için de havanın biraz serin olması da hiç hissedilmiyor. Yağmura yakalanmadığımız için de hava hep güneşli. Şimdilik termoslara gerek duyulmuyor, büyük mataralar yeterli oluyor. Bir de Türkiye’de rastlamamıştım camel back adında mataralar vardı ekip arkadaşlarında. İnce plastikten enlemesine torba benzeri bir yapısı var. Ucundaki hortum da sırt çantasının tepesinden omzunuza doğru uzanıyor. Ne zaman su içmek isteseniz matarayı elinize almanıza gerek olmuyor. Bu hortumun ucundan suyu hüp hüp emebiliyorsunuz.

Velhasıl üçüncü günün uzun yolculuğu da Barranco Kampına ulaşmamız ile son buldu. Her kampa ulaştığımızda olduğu gibi giriş binasının önünde imzalarımızı attık, çadırlarımızı bulduk, tuvalet üst baş değişimi botlardan ayakları kurtarma ritüelleri ile devam ettik. Artık giydiğim kıyafetleri, çorapları tekrar giymeye başlamam gerekecek gibi, yıkayıp asamıyorum haliyle. Bu arada benim burnum  genzim musluk gibi nezle grip boğaz ağrısı derken yanımda tuvalet kağıdıyla geziyordum ve sürekli öksürüyordum.


İkinci uykusuz geceyi de bu şekilde geçirdikten sonra dördüncü günü de biraz irtifa kazanıp biraz aşağı inerek geçirdik. Hala biraz yükseliyor ama dağlara alışmak için de sürekli kademeli inişler de yapıyorduk. Tabii biraz da bir sonraki gece büyük zirve çıkışına başlamak için uygun kampa ulaşmaya çalışıyorduk. Artık seyrek bitki örtüsü de kalmamış Alpine Desert denilen taş kaya ormanı alanına ulaştık. Vakti zamanıyla meydana gelmiş heyelan ve fay hereketleri ile etrafa saçılmış kaya parçaları arasında belli bir rota üzerinde yürüyoruz. Ben iki gece uykusuzluk ve hastalığın etkisi ile gerçekten çok yorulmaya başladım. Dahası 4000 küsür metrelerin görece azalmış oksijen seviyesinde nefes almak biraz da olsa zorlaşmaya başladı. Sürekli duraklayıp nefesini toparlama isteği duyuyorsun ama yürüyüşün ritmine ve gruba uymak için kendini zorluyorsun. Kendimi daha iyi hazırlanmalıydım sorgulamalarım iyice sıklaştı. Bazen benim ne işim var buralarda gerçekten başarabilecek miyim şüpheleri başladı.


Bu arada yolculuğumuzun başından beridir her gün olduğu gibi porterlar bizi sıra sıra geçiyorlar. Porterlardan (taşıyıcılar) bahsetmiştim. Biz sadece günlük çantalarımızı taşıyoruz onlar ise hem çadırlarımızı, malzemelerimizi hem de büyük çantalarımızı taşıyorlar. Biz yola çıktıktan sonra onlar çadırları ve diğer kamp malzemelerini toparlıyorlar. Genel olarak bir porter bir kişinin çantasını ve ilave olarak kamp malzemelerinden biraz daha alıyor ve tırmanmaya başlıyor. Üstelik bizden de hızlı yol aldıkları için bizi yolda geçiyorlar. Bir sonraki kamp alanına ulaşıp kamp hazırlığını yapıyorlar. Kısacası süper bir iş çıkarıyorlar. Bu işi sürekli yaptıkları için iyice ustalaşmışlar. Sırtlarındaki yük sanki yokmuş gibi görünüyorlar. Ne zaman bizi dar bir yerde geçecek olsalar hemen birisi Porter on the right/left diye gruba bağırıyor. Herkes porterlara yol açıyor tabii. Porterlarla hemen cambo mambo hakuna matata gibi selamlaşmalar sıraya diziliyor.



Porterlarla ilgili notlardan sonra devam edeyim… Öte yandan zirveden bir gün önce 28 Haziran bugün ve tam bir yıl önce bugün çok sevgili babamı kaybetmiştik. Bu zirveye çıkış planının bu günlere denk geldiğini fark edince haliyle bu gayretimi babama adamak gibi bir düşünce içine girmiştim. Yol boyunca hep aklımda kalbimde olan babamı artık iyice anmaya başladım. Resmen baba yardım et bana diye içimden dualar ediyordum. Zirveden önceki 4. Günümüzde yürüyüşümüzün son bir saatinde artık dayanamadım, kendimi gerçekten çok tükenmiş hissettim ve grup liderimizden yardım istedim. Biraz durakladık benim için ama ben hala çok yıpranmış durumdaydım ve baş rehberimiz Freddy benimle grubun arkasından yavaşça yürümeye karar verdi. Biraz yavaş yavaş yürüyerek sıkı bir kaya geçidinden geçtikten sonra işin rengi ortaya çıktı. Bende aslında yükseklik hastalığı başlamış. İyice midem bulanmaya, başım dönmeye ve ağrımaya başladı. Izdırap dolu son yarım saatten sonra kendimi kamp alanına (Barrafu Kampı) ve çadıra zor attım. Çadıra oturduğumda ayaklarımı bile kaldıramıyordum. Rehberlerden biri botlarımı çıkarmama yardımcı oldu ve ben tuluma sarıldığım gibi yarı baygın halde serildim. Arkadaşlarım bana suyla birlikte ilaçlar yiyebileceğim hafif şeyler getiriyor ama ölü gibiyim.


Ve işte berbat bir durum ile karşı karşıya kaldım. Şimdiye kadar yapılan yürüyüşler tamam çok kolay değildi ama asıl olay birkaç saat sonra gece ikide başlayacak zirve yürüyüşü iken ben öleyim mi kalayım mı karar vermekle meşgulüm. Kaç günlük uykusuzluk, grip, yükseklik hastalığı hepsi birleşince kolumu bile kaldıacak dermanı bulamadan az bir şeyler ve ilaçları mideme tepiştirip yattım kaldım. Gece ekip yola çıktı ve ben hiçbir şey yapamadım. Bitmiş bir şekilde uyuyup sabah 7de uyandım. Kendimi çok daha iyi ve zinde hissediyordum. Yüksek irtifaya bünyem alışmış hastalığım büyük oranda geçmiş ama ben ekibi kaçırdım. O kadar ama o kadar üzgünüm ki duygularımı yazıyla ifade edemem. İfade etmeyi deneyeyim; hayatında böylesi sıradışı maceralara öyle her dakika atlayan biri değilim ama her dakika keşke atlasam diyen biriyim. İşte buraya kadar ben bu maceraya atlamıştım yaaa. Hayatımda hem de sadece kendi başıma uç bir başarı olacaktı. Geçmişimin bu 28-29 Haziranına koyu kırmızı bir çizgi çekecek ve hayatım boyunca unutmayacaktım. Bunun için çalışmıştım. Hazırlanmış gelmiştim. Bu sıradan hayatın sıradan gidişine caaart diye sağlam bir yırtık çakacaktı. Ama olmadı. Her şey bitti….


Çadırdan kafamı uzattım, geride kalmış bir iki rehber/taşıyıcı ortalığı toparlamakla meşguller. Karşıma dünya tatlısı bir gülümsemeye sahip aşçımız Passat (tabii ki lakabı) çıkıyor. Hiç aklımda yokken ansızın dilimden “yaaa ben hastaydım burada kaldım ama şimdi kendimi daha iyi hissediyorum bana birisi zirve için rehberlik eder mi” diye soruveriyorum. Gerçekten plansız bir soru idi doğrusu hiçbir umudum yoktu adamın çok doğal bir şekilde olurrrr demesi ile inanamadım. Ama patrona da danışmalıyım diyor. İki dakikaya gelene kadar herhalde olacak bu iş diye sırt çantama aklıma ne geliyorsa atıyorum, yani tıkışırıyorum. İçime korkunç bir enerji doluyor, grubumdan 5 saat gerideyim ama hiçbir şey düşünmeden giderim yaaaa giderim vallaaaa diyorum kendi kendime. Hava ise yeterince soğuk ama umurumda değil. Passat geliyor ve tamam gidelim ama hemen şimdi çıkmalıyız diyor. Tamam ben hazırım diyorum ve ne el yüz yıkama ne kahvaltı gözüm hiçbir şey görmeden botlarımı giydiğim gibi kampın çıkışına doğru yürümeye başlıyorum. O zaman üzerinde durmamıştım ama aslında daha ilk adımlarımda bile kulaklarımın uğuldadığını, nefes nefese olduğumu hatırlıyorum. Neyse biz yola çıkıyoruz. Grubumuzun 10 saatte çıktığı zirve yolunu biz çok büyük zorlamalarla 8 saatte çıkıyoruz. Ben bütün yol boyunca ne yürürken ne çok kısa bir iki dakikalık dinlenmelerde bir kere bile rahat soluk alamıyorum. Bütün soluklarım korkunç derinden yetmiyor. Ne kadar uğraşsam da nefesim yetmiyor. Yükseldikçe de oksijen azalıyor ve ne mümkün soluğum yetmiyor. Sürekli kendime diyaframdan nefes al, burnundan nefes al diye hatırlatma yapıyorum yine olmuyor yine yetmiyor. Boğazım deli kuruyor. Sık sık su içiyorum. Hava iyice soğumaya başladığı için mataramdaki sıcak su soğuyor, termosumdaki su makul seviyelerde hepsini içiyorum. Rehberim bana acıyor suyunu benimle paylaşıyor. Dünyanın bütün sularını içsem etmiyecek. Yol boyunca acemi acemi geldim buralara, bu macerayı ne kadar da hafife aldım diye kendime kahrediyorum (ki bu doğruydu, yeterince olayın ciddiyetini anlamamışım). Sürekli babam için başarmalıyım diye telkinde bulunuyorum. Sonra dönüyorum oğlum annesi pes etti demiyecek diyorum. Mantra gibi her iki adımda bir bunları tekrar ediyorum. Yüz kere içimden takrar edip başka bir motivasyon mantrasına geçiyorum. Artık kas gücü değil beni götüren irade gücü. Bu arada ciddi bir eğimle baş etmemiz gerekiyor. Suların erirken açtığı yarıkların içinden geçiyoruz. Ve yavaş yavaş buzlaşmış kar örtüsü başlıyor. Bu arada biraz da küresel ısınmaya suç bulunarak verilen bilgiye göre son yıllarda Kilimanjaro’da kar birikmemeye başlamış. Birkaç yıldır ilk defa bu sene kar yağmış ve yaklaşık 50 cm kar örtüsü mevcut. Çevremizde kar yığınlarının uç kısımlarında düşsen kesin öleceğin uçurumlar mevcut ama yürüdüğümüz rota bu uçurumlara yakın olmadığı için pek de bir hayati tehlike yok ama buzlaşmış kar üstüne yürümek işi gerçekten zorlaştırıyor. Tabii ben çok geç kaldığım için artık zirve yapmış da dönen insanlarla karşılaşıyoruz. Hemen hepsi pes etme sakın pes etme diye beni motive ediyorlar. Kendi grubuma da bir birkaç saat içinde rastlıyorum. Gerçekten yorulmuşlar. Artık onlara yetişmem diye bir ihtimal kalmamış. Frddy riski göze alamadığı için mecburen aşağı inerken yolunu döndürüyor ve benimle tekrar yukarı çıkmaya başlıyor. Hem Freddy hem de Passat sürekli bana pes etme pes etme telkinleri yapıyorlar. Bu arada benim yine midem bulanmaya başım ağrımaya başlıyor ama sıkıyorum kendimi kusmak yok, hastalığa yenik düşmeyeceğim. Ve en sonunda yürüyüşümüzün 6 buçukuncu saatine Stella Noktasına ulaşıyoruz. Burası 56?? Metredeki küçük zirve. Buraya kadar ulaşmış ama artık kendini yeterince hasta ya da tükenmiş olanlar Stella Noktasına ulaşmanın mutluluğunu yaşıyorlar.




Ama Uhuru adındaki gerçek zirveye ulaşmak için daha 1 buçuk saat daha var. Neyse ki artık yolun eğimi iyice hafiflemiş durumda üstelik zirve gözle görülmekte. Gerçi sen yürüdükçe her adımda sanki biraz daha uzaklaşıyormuş hissi veriyorsa da orada işte. Evet orada. Passat orada bizi bekliyecek, ben emin olmak için cidden Uhuru’ya gidecek miyiz diye soruyorum, tabii ki gideceksin diye bana emir verircesine yola düşüyor bile. Zaman kaybetmek gibi bir lüksümüz yok. Eğim azaldı ama hala soluk almak korkunç zor, zeminse iyice buza kesmiş. Elimde iki kat eldiven var ama Freddy ani bir kararla benim için dönünce bakıyorum onun eldiveni yok. Dayanamıyorum benim bir kat eldivenimi ona vermek için ısrar ediyorum. Zorla da olsa alması için ısrar edince kabul ediyor. Ara sıra beni oyalamak için konuşturmaya çalışıyor ama ne mümkün benim konuşmam ne mümkün zaten sesim de iyice kısılmış, ses yerine kısık soluk karışımı bir şey çıkıyor. Yerde buz üzerinde sarı turuncu kusmuk izleri, hastalanıp kusmuş kişilerin kalıntıları yerinde donmuş. Boğğğ pek de iğrenç ama bunu kim düşünecek şimdi. Kafamda yüzümü de saran berem, kalın yoğun kışa uygun kaban, kabanın kapşonu, nefesimi çok zor alıyorum diye berenin yüz kısmını açıyorum bu sefer yüzüm donuyor. Ama o kadar yorgunum ki, o çok korktuğum soğuk önem sırasında ikinci kalıyor. İşte böyle böyle kendimin defalarca artık pes ederim herhalde dediğim zirve yolunu tamamlıyorum. İnanması güç ama Uhuru noktasına varıyorum. Yorgunluktan ölüyorum. Nasıl bir duygu, bu nasıl anlatılır. Böyle inanılmaz mutlusunuz ama yorgunluktan, mide bulantısından, kendinizi aşırı zorlamaktan öyle kasılmışsınız ki mutluluğu bir farklı yaşıyorusunuz. Ama mutluluk, tatmin, zoru başarmanın verdiği o mutluluk. O sabah hissedilen tüm o hayal kırıklıklarının tersine dönmesi. Allahım bu nasıl bir duygu…



Bu arada yol boyu bir önde bir arkalarında kaldığım bir çift ve rehberleri ile neredeyse benzer zamanlarda zirveye ulaşıyoruz. Çiftin de 5. Evlilik yıldönümleri imiş ve her sene evlilik yıl dönümlerinde çılgınca bir şeyler yapmak gibi bir gelenek geliştirmişler. Bundan fazlasını ögrenmek isterdim ama artık konuşabileceğim bir sese sahip olduğum söylenemez. Birkaç fotoğraftan sonra ne yazık ki oyalanabilecek bir dakikamız bile yok. Hemen dönüş yoluna başlıyoruz. Ben karlı buzlu girintilerin içinden biraz kayarak biraz debelenerek inmeye çalışıyorum ama rehberim Freddy beni uyarıyor. Çok yakın olmasa da uçuruma doğru kayacak olsam aşağıya birkaç dakikada inebilirim. Zaten dağ tırmanışlarında kazaların yaralanma ve ölümlerin büyük çoğunluğu inişlerde olurmuş. Bu arada çevrede inanılmaz güzel başka yerde kolaylıkla göremeyeceğim dev buzul kütleleri var ve artık gözüm bunları biraz daha iyi görebiliyor. İniyoruz iniyoruz iniyoruz bitmiyor. Bu arada yola başldığımız kamptan da ötede bir başka kampa kadar yürümemiz lazım. Öyle bir kural varmış. Zirve günü bir alt irtifa kampta kalınırmış. Her neyse grup arkadaşlarımın yaptığı uzun yemek molalarını yapma lüksüne sahip de değilim. Bu arada ben sabah uyandığımda ilk yola çıktığımız saatlerde ağzıma attığım biraz kuru yemiş ve meyve haricinde gün boyunca hiçbir şey yemedim. İçim almadı. Yiyemedim. Garip bir şekilde aç da değilim. Birkaç saat sonra buz, buza kesmiş kar ve kar yığınları bitiyor. Kaya ve toz deryasına geri dönüyoruz. Ben artık resmen toz yığını olan kısımlarda kaya kaya gidiyorum. Kaya yığınları başlıyor. En sonunda başladığımız kamp noktasına ulaşıyoruz. Ama burayı da transit geçiyoruz. Sürekli yokuş aşağı iniyoruz artık soluğum da görece toparlandı. 4000 küsür metrelere geri indik bile ama hala 3700 mtreye ulaşmalıyız. Önümüzde birkaç saat var. Akşam olmaya başladı. Hava alacakaranlık. Biz durmadan yürüyoruz. Aman yarabbim. Aldığıma emin olduğum kafa lambamı bir türlü sırt çantamın içinde bulamıyoruz. Aldığıma eminim ama nasıl oluyor da oluyor ortaya çıkmıyor kafa lambası. (telaş işte ertesi gün lamba aynı çantanın içine elime geçiverdi) Herneyse umudu kesip sadece Freddy’nin kafa lambasına güvenerek artık kaya tarlası haline gelmiş yolda yürümeye başlıyoruz. İlk başlarda iyice gece karanlığı olmadığı için idare ediyorum ama yol bir türlü bitmiyor. Dile kolay 5 saatlik gecikmeyi kapatmak kolay mı. Artık Freddy iyice bana da mukayyet olarak hiç duraklama yapmadan yürütüyor beni. Bu arada arkama baktığımda sol çaprazımda dolunay sağ çaprazımda Kili’nin karlı zirvesi ay ışığında parlıyor. Cep telefonumun şarjı saatler önce bitmiş bunun fotoğrafını çekemiyorum. Ama hayatım boyunca unutamayacağım manzaraya az da olsa fırsat buldukça bakıyorum. Bacaklarım bitmeye yaklaşmış durumda. Ve en sonunda akşam 9 da Millenium Kampına ulaşıyoruz. İşte bitti. Yani yaklaşık 14 saat boyunca zorlu yollarda hiç durmadan yürümüş oluyorum. Bütün gün hiçbir şey yememiş olsam da yemek çadırında sadece bir kase zaten ılımış çorbayı kaşık bile kullanmadan tepeme dikip içtikten birkaç kelime lafladıktan sonra çadıra gidiyorum sadece kabanımı botlarımı çıkardığım gibi tulumun içine sokuluyorum. Arkadaşımla tebrikleşiyoruz ve uykuuuuuuuuu….


Sabah sekiz olmadan yine uyanmamız lazım. Daha önümüzde kestirme de olsa başlangıç noktasına kadar sürecek bir yol var. Ama benim sol diz kapağım bitmiş durumda. Tüm gün hiç durmadan ve oldukça da süratli yürümekten dolayı diz kapağımı haşat etmişim. Her adımda yüreğim sızlıyor. Resmen topallıyorum. Mecburen grubun yine gerisinde kalıyorum. Yine saatlerce yürüyoruz. Tekrar yağmur ormanlarına ulaşıyoruz. Canım acısa da artık bitsin diye yalvarıyor olsam da yağmur ormanlarını içinde yürümenin tafını da doya doya çıkarıyorum. Son bir saatte artık kurtarma araçlarının girebileceği kadar yolun genişlediği alana ulaşınca bir araç beni alıyor ve ben ulusal kampın ana kapısına bu sefer Mweka Geçidine ulaşıyorum. Macerayı bitiriyoruz.


Herkes birbirini tebrik ediyor. Genel fotoğraflar çekiliyor. En sonunda otobislere binilip önce bir hediyelik eşya dükkanı gezildikten sonra Hidden Valley Safaries’in mekanına gidiyoruz. Orada bir öğle yemeği yedikten sonra tüm porterlar bahşiş de alma amacı ile diziliyorlar. Bahşiş vermek bu sürecin doğal bir parçası. Ortamda oluşmuş anlayış ve çalışma şekli gereği sizin keyfinize kalmış gibi görünmüyor. Zaten çok az gelirleri olduğunu bildiğimiz için ve zaten bize ne kadar iyi baktıklarına şahit olduktan sonra insan canı gönülden bahşiş veriyor. Buradan ayrıldıktan sonra ise en sonunda otelimize ulaşıyoruz. Huzur dolu otelimize.









Machame Rotası Bilgileri



Dağ tırmanışını aşağıdaki rota üzerinden gerçekleştirdik. Kilimanjaro’ya tırmanmak için başka rotalar da mevcut; yaklaşık 5 ila 8 gün süren ratolardan tırmanıcılar kendi performanslarına ve planlarına uygun olanı seçiyorlar. Bizim kullandığımız Machame Rotası en çok kullanılan rotalardan biri.





Day 1 of Climb. Machame Gate (1490m) to Machame Camp (2980m). 11km / 4 hours.


                              Overnight at Machame Camp.


Day 2 of Climb. Machame Camp (2980m) to Shira Plateau (3840m).  9km / 6 hours.  Overnight at Shira Camp.


Day 3 of Climb.  Shira Plateau (3840m) to Lava Tower (4860m) to Barranco Camp (3950m).  15km / 7 hours.


                            Overnight at Barranco Camp.


Day 4 of Climb.  Barranco Camp (3950) to Barrafu Camp/Base Camp (4450m). 12km / 8 hours.


                             Overnight at Barrafu Camp.


Day 5 of Climb.  1am Barrafu (4450m) to Summit (4895m).  7 hours. Summit in morning.  Back down to


                              Millennium Camp.


Day 6 of Climb  Out to Mweka Gate and back to Moshi for lunch.  Certificate presentations at dinner that night.


                             Overnight at Sal Salinero Hotel, Moshi.





Tırmanış Çantam ve İçindekiler






Tırmanış gerekli kıyafet ve malzemelerin temini biraz zaman alıyor. Ama tatlı bir telaş oluyor. Listede de bahsedeceğim ama malzeme alımında bir istisna tırmanış botları için geçerli. Tırmanış botlarının aylar önce alınmasını öneriyorlar. Bu aylar içinde de giyin biraz eskitin diyorlar. Botlar ayağınıza alışacak, vuran ya da rahatsız bir yeri varsa ya soruna çare bulacaksınız ya da ayağınız alıştıkça kendiliğinden geçecek. Hani yeni ayakkabı aldığınızda derler ya “Ayağında paralansın”, işte öyle bir durumdan bahsediyoruz.


Buraya tüm malzemelerimi toparlamışken çektiğim bir fotoğraf ekliyorum. Altında da listemiz mevcut. Ayrıca en alt kısımda da keşke yanıma alsaydım dediklerimi ekliyorum.

Tırmanış botları: Kışlık, ağır koşullara uygun, su geçirmez, yüksek bileklikli. Aylar önce alınmış giyilmiş.
Sert kışa uygun kaban: Şehir tipi kaban pek kurtarmıyor. Su geçirmez, rüzagara dayanıklı tip kabanlardan. Ben kayağa giderken kullandığım kabanı yanıma aldım (10000 mm). Yeterli geldi. Biraz daha su, rüzgar dayanımı yüksek modellerde bulmak mümkün.
Zirve Pantolonu: Su geçirmez, astarlı bir model tercih ediniz. Ben yine kayak pantolonumu kullandım. Uygun oldu.
Kalın termal çoraplar: Ben yaklaşık 6 çift götürdüm. İlk gün hariç genelde iki çift üst üste giydim. Yani mecburen aynı çorapları iki gün giymem gerekti. Ayakları çok terlemeyen bilakis çok üşüyen biri için makul oldu.
Termal içlik: Ben iki alt iki üst götürdüm. İlk iki gün pek gerekmedi ama devam eden günlerde önce gece ve sabah erken saatlerde sonra da yani bilhassa zirve günü tüm gün gerekli oldular.
Su geçirmez pantolon: Bir adet suya dayanıklı yürüyüş pantolonu yağmur yağması durumunda yürüyüşü garantiye alacaktır.
Normal yürüyüş pantolonu: Çabuk kuruyan türde ince kumaştan bir yürüyüş pantolonu ilk iki gün ve son gün giydim.
Yağmurluk: Önce dekatlondan panço tipi bir yağmurluk almıştım. Gitmeden kısa bir süre önce yağmur yağarken kullandım ve hiç nefes almaması nedeniyle resmen ter içinde kaldım. Sonra kendimi kaliteli bir yağmurluk almaya mecbur hissettim.
Eşofman takımı: Hem akşam giyip hem de onlarla uyunabiliyor. Yeterince kalın olmasını tavsiye ederim.
Bere ya da mümkünse balaklava: Zirve günü gözünüze kadar korunmanız gerekebiliyor.
Eldiven: Zirveye çok yaklaştığımda hem kalın termal eldivenler hem de biraz daha ince kışlık eldivenler ikisini de taksanız fazla gelmiyor.
Güneş Gözlüğü
Şapka
Polar swetşört ve ceket
Havlu
Ayakları sıcak tutacak patik ya da botlar
Yastık: Ya yanınızda getirin ya da muhakkak kiralayın
Tırmanış öncesi ve sonrası için kıyafetler
Büyüklü küçüklü çöp poşetleri
Matara: Bir tane 1 litrelik metal matara, bir tane de yarım litrelik termos aldım
Tuvalet kağıdı, ıslak mendil
Valis, çanta vb için kilitler
Kafa lambası, fener
Yedek piller
Şarj kablosu
Şarj Deposu: Benimki 10000 Mah idi biraz zorlansam da idare ettim.
Not defteri
Kalem
Atıştırmalıklar; kuruyemişler enerji verici barlar vb.
Tarak
Diş macunu / fırçası
Sabun
Krem                              
Pudra: Ayaklarımı pudralamak terlemelerine engel oldu. Keşke son gün de ihmal etmeseydim.
Güneş kremi
Bepanten
Su dezanfektasyonu için tabletler: Türkiye’de bulamadık. Gruptaki Avustralyalı arkadaşlar bizim için temin ettiler ama hiç kullanmamıza gerek olmadı. Tur şirketimiz bu kouda çok iyiydiler.
Mide bulantısı giderici haplar, ishal vb durumunda kullanılacak reflor gibi haplar.
Kas ağrısına karşı hap ve merhemler
Ağrı kesiciler
Boğaz pastili
Yara bandı
Sargı bezi
Düzenli kullandığınız ilaçlar
Kulaklık
Okumak için kitaplar
Pasaport, gerekli tüm evraklar
Bir kocaman sırt çantası ya da silindirik yapıda çanta
Bir günlük yürüyüş için sırt çantası: Sırt destekli bu amaçla üretilmiş çok güzel sırt çantaları mevcut. Sırtı hem az ypruyor hem de az terlemesini sağlıyorlar. Çok da büyük olmasına gerek yok.

Benim yanıma almadığım ama alsam iyi ederdim  (ya da belki siz almak istersiniz) dediklerim:
Camel back adında bir tür matara var. Yassı tablet gibi bir matara. Sırt çantanızın içine yada arka kısmına takıyorsunuz. Hortumu boynunuzdan uzanıyor. Her su içmek istediğinizde oradan hüpp çekiyorsunuz. Yeni her seferinde matarınızı yerinden çıkarıp yerine takmanız gerekmiyor.
Yükseklik hastalığına karşı tabletler var. Ben yeterince arayıp bulmak için uğraşmadım. Tur rehberlerimizden de almak için uğraşmadım. Belki haplardan alsaydım zirve öncesi daha iyi olurdum. Öte yandan haplarıalsa da hastalığa maruz kalan kişiler de pekala oldu.
Suya katılıp içilen elektrolikler var. Bol enerji harcadıkça vücuttan ter vb ile tuzlar atılıyor, bu kayıpları karşılamak için içiliyor. Onlardan içmek insanı biraz daha dinç tutabilir. Bunu da yeterince ciddiye almamışım. Diğer yandan bol tuzlu ve şekerli yedim. Yemeklerimi her fırsatta bol bol yedim. 
Akıllı macera saati: Bütçe sıkıntınız yok ise neden olmasın. Bu saatlerin nabız ölçme, rakım, lokasyon, navigasyon, çeşitli zaman ayarları vb bilgiler verme özellikleri oluyor. Çok havalı aletler doğrusu.
Fotoğraf makinesi: Şimdilerde herkes fotoğraflarını cep telefonlarından çekiyorlar. Ama sizin fotoğrafçılığa özel bir ilginiz varsa cep telefonu size yeterli gelmeyecektir.
Mini güneş enerjisi paneli: Gruptaki bir iki arkadaşta eni boyu yaklaşık 30 ila 50 cm büyüklüğünde incecik güneş enerjisi panelcikleri gördüm. Cep telefonlarını vb şarj etmeye yeterli oluyormuş. Çok sempatiklerdi. Mola yerlerinde açıyorlardı hatta bazen sırt çantalarının üstüne asıyorlardı.