14 Temmuz 2013 Pazar

Şiraz Seyahati



Şiraz'da Üç Gün

İran’a gitmeyi yıllar önce kafamıza koymuştuk. Ancak hep bir sebepten ertelememiz gerekmişti. En sonunda baktık olmayacak,  kısa bir seyahat planlayıp dünya gözüyle çok geç olmadan görelim dedik ve nokta atışı ile İstanbul’dan direk uçuşların uygun olduğu Şiraz’a 3 günlük seyahat planında karar kıldık. İş çıkışı bir yarım gece yolculuğu bizi Şiraz’a ulaştıracak.

İşte şimdi İstanbul havalimanında, Şiraz uçağı için kapıda bekliyoruz. Doğal olarak çevremdeki kadınların kıyafetlerini gözlüyorum. Veee bir tane bile baş örtülü kadın yok, hatta benim hazırlandığım kıyafetlerle hiç alakası yok üstlerindekilerin. Yanımdaki İran’lı bayanla bir iki kelam sohbet ederken o söylüyor THY uçağı olduğu için insanlar daha rahatmış Şiraz’a inerken herkes tebdili kıyafet yaparlarmış.

Gerçekten de öyle oluyor, uçaktan inerken kadınların hepsi çantalarından çıkardıkları örtüler hırkalarla donanmaya başladılar.

Şiraz’da kaldığımız otelde gece ortasından sabaha kadar elden geldiğince aldığımız uykudan sonra vakit kaybetmeden sokağa atıyoruz kendimizi. İlk etapta karşıma çıkan şehir ortalama bir Anadolu kasabasından pek de farklı değil. Sokaklar yer yer çöplenmiş, dükkanlar oldukça mütevazı ve küçük çaplı ve bence insanlar feci halde Türklere benziyorlar.

Türkiye’deki arkadaşlarımızın düşündüğünün aksine ortada kültür şoku filan yok. Aslında kültür şoku yaşamaktan tatmin olan benim için garip bir durum bile denebilir. Konusu açılmışken, İran’a seyahat etme düşüncesi öncelikle kavram olarak Türkiye’de birçok insan üzerinde şok edici bir etki yaratıyor. İran’a gideceğimizi söylediğimiz tanıdıklarımız içinde pek azı bunu normal karşıladı. Çoğunluk ise hayretler içinde kaldı, bizimse bol bol “aslında güçlü bir tarih ve kültür var onu görmeye gidiyoruz” çerçevesindeki açıklamalarımız bir yere kadar zemin bulabildi. Hatta bir iş arkadaşım yola çıkmama 2 saat kaldığında bile hala inanmıyordu gideceğime J



 Şiraz aslında oldukça eski bir şehir. Eski Pers İmparatorluğunun başkenti sayılır. Eski  zamanların görkemli törensel şehri bugünkü adı ile Persepolis de (İranlılara göre Taht-ı Cemşit; efsanevi halk kahramanı Cemşit’in Evi anlamında) Şiraz’a çok yakın. İran tarihindeki en önemli bir kaç şair de bu şehrin çocukları olmuşlar. Başta Hafız ve Sadi geliyorlar. Sanki şehrin markası gibiler, öylesine bir manevi gurur var bu isimler ile Şiraz arasında. Bu durum da Şiraz’a bir kültür şehri imajı veriyor. Tabii dillere destan şarabı yapılan Şiraz üzümlerinin de ana şehri burası; her ne kadar şimdi bulması zor olsa da.



Tüm eski şehirlerde olduğu gibi Şiraz’ın da kapalı çarşısı öne çıkan gezi mekanlarının başında geliyor. Dahası Şiraz’ın kapalı çarşısına gitmek için hiç bir uğraşa gerek yok. Şehir merkezinde bir yerlerde bir iki adım atın muhakkak çarşının bir kapısı karşınıza çıkıyor, zaten bir çarşı değil de çarşılar kompleksi desek daha doğru olur. Şehrin merkezinde genişçe bir alanı kapladığı için hem egzotik/nostaljik ortam görevini üstlenirken hem de halkın bolca alışveriş yaptığı çarşı merkezi durumunda. Bu nedenle dükkanlarda en sıradan mutfak eşyasından ipek halılara kadar geniş yelpazede ürün bulmak mümkün. Bizim de daha ilk sabahımızda içine daldığımız ve neredeyse üç gün boyunca bir o kapısından girip bir bu kapısından çıktığımız çarşı işte bu. Yine de dünyanın neresinde olursa olsun, bu çarşılar kendilerine has var oluş ve duruşlarından sanıyorum hiç bir şey kaybetmemekte kararlılar.



Çarşımızın şimdi adını unuttuğum bir kapısından çıkıp yola devam ettiğinizde şehrin neredeyse tam ortasında Kerim Han Kalesini buluyorsunuz. Kale de şehrin ortasında olur muymuş?? Olurmuş demek ki. Kerim Han 18. YY’da yaşamış ve Şiraz bölgesinde Zand Hanedanlığını kurmuş bir lider. Tarihçilere göre son derece adil, dürüst ve başarılı bir han olmuş.  Unvanı ise vekil, kimilerine göre fazlasıyla mütevazı olduğu için halkın vekili olarak bu unvanı almış; kimilerine göre ise tam tersi şekilde kendisine ancak Hz. Muhammed’in vekili olmak yakışır diye düşünmüş. Bu nedenle şehrin her yanı Vekil isimli yapılarla dolu; Vekil cami, vekil kapısı, vekil hamamı, ve böyle uzayıp gidiyor. Kaleye dönecek olursak, tamamı tuğladan örülmüş, dört köşesinde yuvarlak burçların bulunduğu dörtgen bir yapı.  Tamamıyla tuğla olması nedeniyle daha önce gördüğüm yapılara benzemiyor, ki farklı bir dokusu ve havası var. Burçlardan biri ise eğik duruyor, ne mühendisler-mimarlar uğraşmış da düzeltmeyi başaramamışlar; “aaa o eğik burç buradaaa” deyince nedense mutlu oluyor biz turist milleti. İçinde dikdörtgen bir havuz ve çevresi kale duvarlarından gölgeliklerle çevrili.  Bir köşesinde eski bir hamam bulunmakta. İç içe odalarla dolu bu hamam vaktiyle Kerim Han’a hizmet vermiş. Methini çok duyduğum konuşkan İran’lı vatandaşlar da içerdeler. Bir köşeye oturmuş tavandaki tipik hamam pencereciklerine bakınırken yanımızdaki gençlerden bize farsça laflar gelmeye başlıyor. Biz anlamadığımızı belirtince, “nerelisen Türksen Türksen” derken ve onlarda Ingilizce bizde Farça yokken kafa göz yarıcı ilk sohbetimizi başlatıyoruz. Nasıl anlaştığımızı, aslında gerçekten anlaştık mı bunları boş verelim ama gerçekten iletişim kurma isteği ile dopdolular. Bir kaç dakikanın sonunda fotoğraflar bile çekiliyor birlikte. Hani biraz da dil olsa garanti mektup arkadaşı olmuştuk şimdiye.

İtiraf edeyim, öyle şiir aşığı bir insan hiç olmadım. En son bir şiir kitabını ne zaman elime aldığımı bile hatırlamıyorum. O halde 14.yy’da yaşamış İran’lı şair Hafız’ın mezarına neden bu kadar hevesle gidiyorum ben de emin değilim. Üstelik uslanmayacağım sonra bir de Sadi’yi ziyaret edeceğim ki zatı alileri de 13. YY’da yaşamış. Hafız hayatı boyunca hiç Şiraz’dan ayrılmamış, Sadi ise çok gezmiş dolaşmış sonunda Şiraz’da yaşlanıp ölmüş. Her neyse, Şiraz’a gelmeden önce ikisinin de kitaplarını almıştım. Biraz da okuma şansım oldu. Hafız’ın Divanı içinde okuduğum tüm şiirleri aşk ve şarap üzerine, yani İslam cumhuriyetinde vatandaşın akın ettiği duvarlarında şiirlerinin yazılı olduğu bu şairin sanıyorum şarapsız şiiri bulunmamakta. Sizin anlayacağınız ironik bir durumla karşı karşıyayız. Hafız’ın türbesinde hakikaten samimiyetle onu saygıyla anan mezarının baş ucuna oturup duygulanan insanlar var. Bir de er kişi Farsça ezberinden bir şeyler okumakta ama Allah var dua mı okuyordu yoksa şiir mi okuyordu anlayamadım. Dediklerine göre kızlar orada Hafız’ın kitabından rast gele bir şiir seçermiş, sonra şiirin anlamını kendilerine biçerlermiş. Ne deyim, gidip şarap içseniz mantıklı olur bence!! :)

Bilindiği üzere İran yaklaşık yüzde 90-95 oranında Şii inancına sahip. Bilhassa İran’lı Şii’ler için önemli bir hac mekanı Meşhed’de bulunan ve On İki İmamdan biri olan İmam Rıza’nın türbesidir. Şiraz’da ise İmam Rıza’nın kardeşi naçizane Seyid Emir Ahmed’in türbesi bulunmakta. Türbenin ismi Şah’e Çerag ve iç dekorasyondan da anlaşılacağı gibi anlamı “ışıkların şahı”dır. İç mekan yine hayatımda daha önce hiç bir yapıda görmediğim bir süslemeye sahip. Tüm duvarlar ve tavan aynadan kesilmiş parçacıkların mozaiğinden oluşmuş. Her yer milyonlarca küçük aynalar ile ışıldıyor. Az miktarda da renkli camlar ve köşelerdeki girintili çıkıntılı kendine has süslemeler desenlere hareket katıyor. Gerçekten çok güzeldi ve büyülendiğimi itiraf etmeliyim.

Kadın ve erkekler ayrı yerlerden giriyorlar türbe içine, insanlar namaz kılıyorlar ama önlerinden geçilmesi görünürde pek sorun yaratmıyor sanki. Önlerinde ise secdeye vardıklarında alınlarını koydukları disk şeklinde minik kil parçaları var. Öğrendiğimize göre bunların kil toprağı Kerbela’dan ve Necef’ten geliyormuş. Cami ve benzeri mekanlarda bir kenara oturup, ayaklarımı uzatıp ortamın sessizliğini dinlemek her zaman bana zevk vermiştir. Burada da oturup kendimi halıların üzerine bırakıyorum bir vakit.

Bu arada unutmadan söyleyeyim bu türbe gezime her yanımı sarmış ve çekiştirip durduğum emanet çarşafım da eşlik ediyor. İran’a gitmeden önce yanıma bir yatak çarşafı alayım da orada lazım olur diye şaka yapmıştım. Tamam basit bir espriydi kabul ediyorum ama gerçek olacağı hiç aklıma gelmezdi. Şah-ı Cerag türbesine girerken kadınları ayrı bir kapıdan alıyorlar. Oradaki bayanlarla el kol işaretleri ile anlaşıyoruz ve bana beklememi söylüyorlar ki sonra bir bayan elinde bir çarşafla geliyor ama o da ne; üzerinde minik pembe çiçeklerin olduğu pekala bir yatak çarşafı, çaresiz sarınıyorum. Çarşaf sarınmakta ne kadar becerikli olduğum konusu ise fazlasıyla tartışmalı.

İkinci günümüzde Persepolis kalıntılarına gidiyoruz. Kalıntılar Şiraz’a yaklaşık 55 km uzaklıkta. Yollar düzgün ve taksi ile 1 saatte gidilebiliyor. Benzin ucuz olunca taksiler can yakmayan fiyatlara sizi böyle mesafelere götürebiliyorlar hem de orada bekleyip geri Şiraz’a taşıyorlar.

Milattan bin yıl kadar önce Perslerin ataları bugünkü Güney Rusya’dan nedeni kendinde saklı göç akınları  gerçekleştirmiş ve günümüz İran’ın güney bölgelerini mesken tutmuşlar. Aka imparatorluğunun ilk taşlarını Kral Kirus (Cyrus The Great diye geçiyor batılı kaynaklarda) yerine koymuş. Kirus ile ben daha önce tanışmıştım. Türk boyu Sakalar’ın lideri Tomris Hatun ile kıran kırana savaşa girdiği için. Hatta hikayesi de var. Hile ile Tomris Hatun’un sevgili oğlunu öldürmüş, hatun da kendisinden intikam alma isteği içinde. Savaşı kaybedip ölü ele geçirilince Tomris Hatun da Kirus’un kesik başını alıp kan dolu bir tulumun içine batırıyor veee “Hayatında kana doyamamıştın şimdi doy artık” diyor. İşte böyle; bizim Kirus, Türk sultanını meşhur ederken, Akaların da ilk hükümdarı olarak tarih sahnesine ismini yazdırıyor. Bu arada onun çocukları ve torunları da pek cengaver çıkıyorlar ve İran ve Anadolu gölgesini kontrolleri altına alıyorlar. Bu arada I. Darius ve onun oğlu Serkes öne çıkan hükümdarlar, nasıl öne çıkmasınlar. Kendilerine törensel amaçlarla kullanılacak dev gibi bir şehir yaptırıyorlar. Acayip bir lüks düşkünlüğü de diyebiliriz ama neyse biz Persepolis’in büyüleyiciliğine bırakalım kendimizi.


Şehre zamanına göre son derece muntazam inşa edilmiş iki tarafı kavisli merdivenlerle çıkılıyor. Şehir yapısı dev taşlarla yükseltilmiş ve şehir düz bir zemine oturtulabilmiş.  Sonra bizi giriş kapısı niteliğinde bir geçitte iki boğa karşılıyor arkalarında ise insan başlı hayvan vücutlu yaratıklar da şehrin koruyucuları olarak bulunuyorlar. Boğalar ve insan-hayvanlar muhteşem durumdalar. Zaten işte tarihi eser gezerken yapılması farz olan geyikler zamanı. “Yahu nasıl bu dev gibi taşları böyle muntazam kesmişler de yerlerine yerleştirmişler. Demek ki adamlarda o zaman bile bir teknoloji varmış .vs vs”

Ama gerçekten de öyle değil mi, o taşları nasıl koymuşlar ben yine de düşünüyorum. Boğa heykelleri diyorduk ki lafımız yarım kaldı; heykeller de dev kireçtaşı blokları işlenerek ortaya çıkarılmış. 

Eşimle ben seyahatlerimizi kendi başımıza planlayıp gerçekleştirmeyi seviyoruz, rehber de ayarlamıyoruz. Alıyoruz elimize kitapları okuyoruz. Böylelikle özgürlük hissi tam oluyor. İşte yine elimde bir Persepolis rehberi okumaya devam da kabul edelim sıkıcı iş her sütunu her taşı ayrıntısı ile okumak. “Peki ben bunu nasıl itiraf edeceğim şimdiiii...” derken o da ne bir Türk sesi. İşte hoş bir sürprizle karşı karşıyayım. Uçakta karşılaştığım Türk grup o sırada Persepolis’i geziyor, üstelik Türkçeyi muntazam konuşan bir İranlı rehber ile. Yine bir tarihi alan gezme klasiği ile karşı karşıya kalmak sureti ile ben gruba davetsiz misafir olarak katılıyorum. Biraz sonra eşim de katılacak bana. Bilgiler hoop geliyor. Burası yazlık saray şurası kışlık saray derken öğreniyoruz her yeri. Neyse grupla muhabbet de artıyor, çok sempatikler ki olumsuz durum yok yola devam…

Bu arada bir tarih bilgisi daha, I.Darius yaman adammış; Anadolu’yu kontrolü altına alınca hızını alamamış dalmış Yunanistan’da Akropolis’e. İyi bir dağıtmış oraları, bundan bir kaç yüzyıl sonra da İskender diye bir deli adam yaka yıka gelmiş Persepolis’e kadar (ki macerası biliyorsunuz Hindistan’a kadar uzamakta). Burada duraklamış biraz ama demiş ki, hani şu I. Darius’un yazlık sarayı var ya onu lütfen yerle bir edin. Gerçekten de şehir kalıntıları içinde en kötü yıkılmış yer bu kısım.

Persepolis’in yakınlarında bir de imparatorların mezarlarının bulunduğu Nekropolis (Nakş-ı Rüstem diyor İran’da) var. Orayı da çok şükür rehber eşliğinde geziyoruz. Kral mezarlarının anıtları yerden metrelerce yüksekte dik bir kayalığın üzerine işlenmiş. İlk bakışta bir insanın kol gücü ile oraya çıkması mümkün görünmüyor ama yine de mezar soyguncuları bir yolunu bulmuş ve bu anıtların iç kısımlarını talan etmeyi başarmışlar. İslamiyet dönemine kadar İran’da zerdüştlük dini varmış. Bu dine göre insanlar toprağa gömülmüyorlar, kayalıklara mermer tabutların içine koyuluyorlar. Çünkü bu inanışa göre, toprak da aynen hava, su ve ateş gibi kutsal ve insan cesedi ile kirletilmemeli.

Bu arada Milattan bir kaç yüzyıl sonra ortaya çıkan Sasaniler de aynı mezarlık anıtlarının üzerine kabartmalar yapmışlar. Tarih sayfaları birbirine karışmış burada. Kabartmalarda neler mi var? Bildiğiniz muhteşem krallar, tanrılardan yetki alıp düşmanları ayakları altında ezen figürler. Acaba farklı bir senaryo olacak mı hiç bu tarihi resimlerde J.  Ancak yolu buraya düşenlere hususi bir hatırlatma, lütfen karakterlerin parmaklarına bakınız. Çünkü o tarihlerde insanlar selam vermek için işaret parmaklarını karşıdakine bükerek doğrulturlarmış, ki bugünkü bakış ile pek bir komik görünmekte.


Yorgun bir şekilde dönüyoruz Şiraz’a. Ve bir itiraf daha; dünyadaki belli başlı antik şehirleri gezme skorunda bir tik daha atabiliriz. Ama hala Maçu Piçu erişilmezliğini korumakta. İnşallah ona da sıra gelecek bir gün.

Şiraz’ın park ve bahçelerini de pek methediyorlar. İçlerinde en ünlüsü İrem Bahçesi, her yere olduğu gibi bu halka açık olmasını beklediğimiz bahçeye de sıkı bir giriş ücreti (turistlere normal ücretin 15 katı ödediğimizi bilmek de ayrıca can sıkıcı ama olsun...) ödeyerek giriyoruz. Oldukça bakımlı geniş bu parkta biraz dolaşıp, kendimizi çimlere atıyoruz. Kıyıda köşede çiftler var oturmuş sohbet halindeler. Bu şehirde nerede çiftler görsek bir birlerine pek bir aşık hallerdeler. Özellikle erkeklerin bakışları pek bir mani dolu. Hani bir söz vardır. “Seversin, kavuşamazsın, kavuşamayınca da aşık olursun”. Şiraz’daki aşık çiftlere bakınca, bu söz geliyor aklıma. Gariplerim, islami kuralların baskısı ile vuslat mümkün olmayınca hepsinin aşkı depreşmiş, gözlerine vurmuş belli.

Son günümüzde biraz daha kapalı çarşı gezmece... Sürekli kapalı olan Vekil Camii’nin acaba bu sefer açık mıdır diye kontrol edilmesi ritüellerini gerçekleştirdik. İşin sırrı en sonunda anlaşıldı, meğer içeride tadilat varmış da İngilizce bilmeyen gariban bekçilerin farsça laflarını da biz anlamamışız. Kısmet değilmiş bu camiyi de görmek. Sonra Sadi’nin mezarını ziyaret etme vakti geldi. Şimdi Hafız’ı ziyaret ettik Sadi’ye gitmezsek gönlü kalır bizde. Sadi, Hafız kadar Şiraz’lı değilmiş, çok gezmiş dolaşmış sonra dönüp bu şehirde yaşlanmış. Bundandır herhalde neredeyse boştu bu mekan. Olsun biz görevimizi yapmanın haklı gururunu taşıyoruz gönüllerimizde.

Dönüşümüzde otelimize gidip dinlenelim diyoruz gece benim yolculuğum var. Bu arada eşim şanslı, izni olduğu için İsfahan’a da geçecek. Ama otele gitmeden bakıyoruz biz yine kapalı çarşıdayız, nasıl oluyorsa biz hep kendimizi burada buluyoruz.  Bu arada sırt kaşıma tırmığı satan amca iş değiştirmiş başka şeyler satmaya başlamış, bir iki satıcı sanıyoruz artık bizi tanımaya başladılar bile. İşte böyle derken otele dönüyoruz akşam için hazırlanma ve biraz dinlenme zamanı.

Eşimden aldığım bilgilere göre İsfahan çok daha güzel ve modern bir şehirmiş ama olsun Şiraz’ı sevdim ben doğal bir yer ve İran’da benim ilk göz ağrım olacak hep.




Genel Yorumlar:

Herhangi bir İran şehrine giderken bilhassa kadınlar için ilk mesele giyilecekler oluyor. Benim hepi topu üç günlük gezi için en az bir kaç kere alışveriş yapmam gerekti. Uzun tunik, uzun etek, uygun başörtüsü aldım. Orada sorun yaşamama gailesi ile bir hayli dikkatli olmaya çalıştım. Başı örtmek zor, örtüyü kafada tutmak ondan da zor. Hele bir de havalı olsun diye parlak kumaştan şal takmışsanız, kafanızdan sürekli arkaya kayıyor. Ama ben yine de klasik şekilde çenemin altında bağlayamazdım örtüyü omzumun üstüne atmalıydım. Ve bunu yaparken hiç aklıma gelmeyecek bir şey oldu. Şiraz’daki ilk günümüzde acemice dakika başı şalımı düzeltip omzuma atarken, içimdeki ses bana kendimi biraz daha kadın hissettiğimi söyledi. Hem işimin hem karakterimin gereği ne kadar da boğulmuşuz gömleklere ve kot pantolonlara. Feminen olmak isteği içimde kendini şaşırtıcı bir şekilde gösterdi. Ama bu duygu, baş örtüsü takıp her bir yanını örtme saplantısı ile ortalıkta dolaşmamı o kadar da kolaylaştırmadı. Uzun lafın kısası “zor iş vesselam”. Bu arada unutmadan Şiraz’daki en matrak anımı da eklemeliyim. Sabah otelde kahvaltı yaparken Çinli gençler gördük, pek de neşelilerdi. Ancak gençlerden biri kafasını örtmüş pekala ama o da ne; bacaklarında çiçek desenli bir ince külotlu çorap onun üzerinde de kısacık bir şort var. Belli ki kızcağız olayı tam anlayamamış. Takdir edeceğiniz üzere kahvaltı servisi yapan görevlilerin gözleri fal taşı gibi açılmış, şok haldeler. Biraz zaman sonra vicdanım elvermedi kendilerini en kibar halimle uyardım. Hani beni ahlak bekçisi sanmasınlar, onların iyiliği için uyardığımı anlasınlar diye acayip bir uğraş içinde iken etek giymesi gerektiğini söylemeye çalıştım. Bildiğiniz Çin tatlı kızları çok teşekkür ettiler, kabul ettiler. Gelin görün ki lobide karşılaştığımızda bir de baktık aynı kız bu sefer gri bir tayt geçirmiş üstüne, eee günah bizden gitti….  

İran’ın çaylarını ve çay bahçelerini çok okumuştum.  Ne yazık ki Şiraz’da tam bir hayal kırıklığı oldu bu çay meselesi; sadece bir yerde demlik çay içebildik. Diğer her yerde çaylar sallamaydı ve tadı çok kötüydü. Öte yandan yemekler süper ve iyi fiyatlıydı. Sanıyorum hayatta yediğim en güzel kebapları orada yedim. Abguşt (Dizi de diyorlar bu yemeğe) adlı geleneksel yemekleri de beni çok mutlu etti. O kadar koşturmacaya rağmen üç günde bir-iki kilo aldığımı söylersem daha basit bir açıklama olur sanırım.