Pole Pole Kilimanjaro;
Dünyanın Afrika’sının,
Tanzanya’sının Moshi adlı kasabasında acayip bir sessizlik, yalnızlık duygusu. Ağaçlıklar
arasında tek katlı geniş villa ayarında otel odamdayım. Suyun tazyiği yeterli
olmadığı için duşu kullanamıyorum. Küvetin içine iki büklüm oturmuş musluktan
akan suyla banyo yapmak için çaba harcıyorum. Ayak tırnaklarımdan kafamdaki saç
diplerine kadar ağrımayan tek santim yerim yok. Ayaklarımda ekstra birer parmak
büyüklüğünde su toplamış şişlikler şahane görünüyorlar. Birlikte geldiğim grup
Zanzibar’a uçup kızgın kumlarda keyif yapmak üzere bir saat kadar önce
ayrıldılar. Ben direk Türkiye’ye döneceğim ve uçağım akşam üzeri, bu nedenle
buralarda oyalanmak için vaktim var. Her şeyi yavaştan almaktayım, kahvaltımı
gevşek gevşek yaptım. Topallayan ayağımla ağaçların altında ağız ayırıp
çalışanlara gülümseyip sırıtıp odama geldim. Ve işte hayatımın en mutlu
günlerinden birini yaşıyorum…
Her şey bundan 6 – 7 ay kadar
önce eski dostlarımızla kurduğumuz minik Whatsapp grubunda geyik yaparken bana
“Heyy biz Avustralya’lı bir grupla Kilimanjaro’ya tırmanma turuna katılacağız
hadi sen de gelsene” davetini yapmaları ile başladı. Hayatımda hiçbir dağ
tırmanışı tecrübesine sahip değilim. Biraz tabiatta yürüyüş tecrübesi ve genel
olarak sağlıklı biri olmak haricinde bir güvencem yoktu ama geyik bu ya ansızın
çok heyecan vermesi ile kabul ediverdim. Ve gruba katılmam çorap söküğü gibi
geldi. Olur mu olur. Zaten hep dağ tırmanışı yapmayı istememiş miydim, olur mu
olur.
Kilimanjaro’ya tırmanmak teknik
dağcılık gerektirmiyor. Yani bütün tırmanma süreci yürüyerek
gerçekleştirilebiliyor. Bu nedenle bu güzeller güzeli dağa tırmanmaya benim gibi
oldukça acemi macera severler de cüret edip heveslenebiliyorlar. Oldukça
turistik faaliyet halini almış da diyebiliriz.
Gruba katılıp masraflara dair
ücreti de ödeyince iş ciddiye bindi. Hazırlık sürecime ara sıra ile sınırlı
olan yürüyüşlerimi her güne çevirerek başladım. Her gün hepi topu bir ya da
yarım saat yürüyüş. Biraz zaman sonra yürüyüşlerime biraz eğim kattım ve
zamanla hiç düzenli gitmeyi başaramadığım spor salonuna bu sefer düzenli
giderim diye yazıldım. Gerçekten de daha düzenli gitmeye başladım. Koşu
bantları aletler filan çalışıyordum. Bu arada zaman geçiyordu. Birkaç dağcılık
turu vb düzenleyen yerleri araştırdıysam da ya onların programı bana uymadı ya
da benim işlerim onların programına derken tecrübe fazla kazanamadım. Son iki
ay telaşlanmaya başladım. Spor salonunda bir hoca ile çalışmaya başladım. Hocam
Onur’un bana çok faydası oldu. Direncimi zorlayan güçlendiren egzersizleri
benim sınırlarımda yaptırdı. Artık yolculuğa çıkma vakti iyice yaklaşmıştı. Bu
arada yol yol ihtiyacım olacak eksiklerimi de alakoydum. Tatlı bir heyecan
oluyor tabii eksikleri almak. Diğer taraftan Tanzanya’ya gitmeden önce sağlık
açısından bir hazırlık da gerekiyor. Ben bu amaçla yaklaşık iki hafta önce
Seyahat Sağlığı Merkezini ziyaret ettim. Tanzanyada gittiğim yer 1800 mtre
yükseklikte ama yine de tedbir olsun diye sıtma haplarından verdiler. Arazi dağ
tepe dolaşacağım için tetanoz iğnesi yapıldı bir de tifo (çok özür dileyerek
bunu yanlış hatırlama riskim var diyeyim) iğnesi yapıldı. (Tanzanya’ya
gidecekler için bir de şu şartlar durumunda sarrı humma aşısı zorunlu tutuluyor;
1 yaşından küçük bebekler için ve Tanzanya seyahatinin hemen öncesinde 12
saatten uzun süre ile sarı humma riski taşıyan ülkelerden birinde bulunanlar
için. Örneğin Tanzanya’ya uçarken 12 saatten uzun bir süre Kenya hava alanında
kalacaksanız bile bu aşıyı önceden planlayıp yaptırmış olmanız gerekecektir.)
Sağlık önlemleri ve aşılara dair www.iamat.org
sitesini inceleyebilirsiniz. Vize
konusunda ise ben Avustralya pasaportuna da sahip olduğum için kapıda vize
almam yeterli oldu. Türk vatandaşları için vize durumunu internette biraz
araştırdım. Tanzanya İstanbul Fahri
Başkonsolosluğuna göre vize başvurusu yapılması gerekli. Ama birkaç
sitede ise Tanzanya Türk vatandaşlarına vize istemeyen ülkeler arasında yer
alıyor. Bu tutarsız bilginin kesinleştirilmesi gerekli belli ki.
En sonunda hazırlıklarımı
tamamladım, sırt çantalarımı tepeleme doldurdum. Yolculuk günüm geldi çattı. Eşimi
ve oğlumu Ankara’da bırakıp uçağa atladım. Ben araştırmalarım sonucunda fiyat
rahatlık dengesi açısından en uygun uçak bileti kombinasyonunu şu şekilde
yakaladım: Ankara – İstanbul (Anadolu Jet), İstanbul – Dar Es Salaam (THY) ,
Dar Es Salaam – Kilimanjaro (Precision Air). Bilhassa gidiş uçuşlarımın
arasında minimum 3 saat olmasına özen gösterdim çünkü büyük sırt çantamı bütün
yolculuk boyunca yanımda taşımam mümkün olmayacaktı. Nakiller sırasında diğer
uçuşa yetişememesi riskini alamazdım. Gerçi zaten Dar Es Salaam’da valizimi
alıp iç hatlara tekrar vermem gerekti. Orada kaybolma riskini iyice düşürmüş
oldum. Geçen sene safari ve Zanzibar gezisi için Tanzanya’ya geldiğimiz zaman
valizimiz aktarma uçuşunda takılmıştı ve Hakuna Matata’nın (Takma Kafana
anlamına geliyor) mucidi bir ülkede o valizin size ulaşması ancak sizin özel
çabalarınızla yaklaşık 3 gün sürüyor. Bu tecrübeyi aslında iyi ki yaşamışım.
Şimdi çok değerli sırt çantamın yollarda kalması gözüme kabus gibi görünüyor. Yine
de her halükarda değerli eşyalarımdan biri olan botlarım ayağımdaydı zaten.
Diğer eşyaların elinizde olmaması demek sizi tırmanış konusunda dehşet kiralama
paraları ödemek zorunda bırakabilir. Ne kadar kiralama yapsanız bile yine de
eksiklerle yola çıkma durumunda bırakır. Velhasıl eşyalarınızın son noktaya
ulaşmasının önemini ne kadar anlatsam azdır.
Haydi
yola devam edelim. Dar Es Salaam’a gece yarısı iniliyor. Kili Havaalanına uçuş
ise sabahdı. Mecburen iç hatların pek mutevazı bekleme salonunda vakit geçirmek
gerekiyor. Afrika’dayım yaaa kahvenin güzel olması gerekmez mi. Ah bu
havaalanları. Kilimanjaro Havaalanına da şirin minnak uçağımla gidiyorum.
Uçakta ilk başta bir güzel uyuyorum. Uyandığım gibi yanımda oturan gençten bir
bey sanki gözümü açmamı sabırsızlıkla bekliyormuş gibi benimle konuşmaya
başlıyor. Bana uçağa bindiğinden beridir bacağının neden ağrıdığını
anlayamadığından bahsediyor. Ben kendime gelip konuşmaya çalışıyorum biraz
zombi gibiyim ama idare ederim. Gittiğim yerlerde insanlarla sohbet etme
imkanlarını kaçırmayı hiç sevmem. Kendi ufak tefek ticaret işlerini yapıyormuş,
bir ailesi varmış. Küçük iki çocuk sahibiymiş, İstanbul’a gelmeyi gerçekten çok
istermiş. Bir de uçaktan indikten sonra taksi vb ayarlamakta bana biraz
yardımcı olsa iyiydi ya biraz çabuk kaçtı. Uçaktan indikten sonra sırt çantamı
valizler arasında bulmak bir numaraları iyi haber tabii ki. Artık buraya kadar
gelmişim Moshi adlı kasabaya ulaşırım değil mi? Şöyle biraz sağıma soluma
bakındım belki başka taksi ya da ulaşım aracı bekleyen vardır diye. Ne de olsa
biraz olsun turistik bir alandayım. Ama kimseyi bulamadım. Mecburen taksi
şoförlerine yaklaştım. Moshi içindeki gideceğim otele kadar 30 USD’ye anlaştık.
Zaten fiks fiyat bu dediler. Pek pazarlık imkanım da yoktu. Tanzanya geçen
seneki tecrübemizden de biliyorum pek de öyle ucuz bir ülke değil. Gelirken
bunu hesaba katmak gerekiyor. Takside benim uykum açılmıştı ama şoförümüz pek
konuşkan değildi. Ben de manzarayı izleyerek vakit geçirdim. Tek katlı mutevazı
evlerle kaplı aralıklı yerleşkeler tüm yol kenarlarını takip ediyor, bol
miktarda yürüyen insanlar var, kadınlar kimisi açık kimisi kapalı
kıyafetlerdeler ama hepsi rengarenk elbiseler ya da etek bluzler giyinmişler,
erkeklerin kimisi (daha çok gençler) spor tarzı giyiniyorlar kimisi ise beyazlar
içindeler. Ortam genel olarak yeşillik. Güneşin açısı mı bir değişik yoksa
Afrika’da olmanın şartlanması mı gün ışığı sanki farklı tonda aydınlatıyor
dünyayı.
Tanzanya ana karada yaklaşık 2/3 oranında
hiristiyan, 1/3 oranında müslüman ve geriye kalan az miktarda da diğer yerel
dinlere mensup halktan oluşmakta. Genel olarak birbirleri ile barışık hayatlar
sürdürüyorlar. Farklı dinden mensup insanların evlenmeleri de oluyor. Ama benim
karşılaştığım insanların neredeyse tamamı hıristiyandı. Trafikte çok büyük
oranda motorsiklet üzerine monte edilmiş kaplama sayesinde minicik araçlara
dönüşmüş bjajiler var, bir çok ailenin ulaşım aracı desem yeridir. Bunlar
Tayland’daki tuktuklara benziyor.
En sonunda otele ulaşıyorum; otelimin adı Sal Salinero
Hotel. Şehre girdikten sonra da zaten insan kendini çok şehirde gibi
hissetmiyor aslında otelin önüne ulaşınca aaa geldik mi şeklinde şaşırdım.
Birlikte dağ tırmanışına çıkacağım içinde arkadaşlarımın da olduğu
Avustralya’lı grup da otele öğleden sonra ulaşacaklar. Benim için daha saat
sabahın 10’u. Tanzanya ile Türkiye arasında saat farkı olmadığı için jet lag
gibi bir sorunum yok ama yolculuğun gece boyu sürmesi nedeniyle ve ertesi gün
büyük macera başlayacağı için fırsat varken dinlenmeyi tercih ettim. Bana
yazımın başında da bahsettiğim geniş odalardan birini açıyorlar bile. Bir iki
saat uyduktan sonra kalkıp zindeleşiyorum. Moshi’nin şehir merkezinde ne varmış
diye şöyle bir bakıyorum; turistlerin sıkça tercih ettiği Union Cafe gözüme
çarpıyor. Birkaç ufak tefek müze, sanat merkezi benzeri yerlerin reklamı da var
ama geçen sene Zanzibar’daki benzer yerleri gezme tecrübemden dolayı çok
heyecan duymuyorum. Bu Cafeye de mecburen taksi ile gidiyorum. Bu kafe eski
yıllardan beri kahve işleten bir kooperatifin uzantısı bir yer. Duvarlarda
yıllar içinde yöneticilik yapmış çoğunluğu yerli bir kaçı beyaz adamların
resimleri var. Şehir merkezinde biraz turlayıp taksi aradıktan sonra
bulamayınca cesarete gelip yürüme kararı alıyorum. Sokaklar gıcır gıcır asfalt
değil ama geniş ferah yollar. Yürümesi yüksek palmiye ve benzeri tiplerde
ağaçların altında rahat geçiyor. Sadece düşündüğümden biraz uzun sürüyor. Otele varmama birkaç dakika kala yanımdan
safari araçları geçiyor. Bir tanesinden Fatmaaaaa sesleri çınlıyor. Benim grup
safariden dönüyorlar. Yolda karşılaşıp kucaklaşıp araçla otele varıyoruz.
Otelde grubun diğer üyeleri ile
de tanışıyorum. Bayaaa kalabalık bir grup isimleri ezberlemem biraz zaman
alacak. Bu grupla ne alakam mı var? Vaktiyle oğlumuz doğmadan önce eşimle ben
dört yıl Avustralya’da yaşamıştık. Hatta dönmeden kısa süre önce vatandaşı da
olduk bu güzel ülkenin. Beni davet eden arkadaşlarım da Avustralya’da
tanıştığımız bizden yıllar sonra Türkiye İzmir’de yaşama kararı alan
dostlarımız oldular. Onların önceden yaşadıkları yerden kızlarının okuduğu
liseden öğrenciler ve anne / babaların oluşturduğu bir gruptan bahsediyorum.
Tüm grubu bu sefer de tırmanma
mecaramızın tüm organizasyonunu üstlenen Hidden Valley Safaris patronu ve baş
rehber karşılıyor; Monsera ve Freddy. Monsera genel hatları ile turdan
bahsediyor. Sabah sekizde yola çıkacağız, şurda burada duraklarımız olacak ve
benzeri bilumum bilgiler. Bol miktarda bir sorunuz derdiniz oldu mu Freddy’e
baş vurun diyor; Freddy sadece gülümsemekte, baş sallamakta ve her adı
geçtiğinde baş parmakları ile Yesssss dercesine kendini gösteriyor. İngilizce
bilmiyor olamaz değil mi?? Yok yok ingilizce biliyor çok şükür. Sonra kiralamak
istediğimiz malzemelerin yanına gidiyoruz. Tur şirketi çadır ve üzerinde
yatacağımız matları standart olarak sağlıyorlar. Bizim diğer herşeyi ya
yanımızda getirmiş olmamız ya da oradan kiralamamız gerekiyor. Neredeyse
hepimiz uyku tulumu ve tulum astarı, yürüme sopaları kiralıyoruz. Bu tulumlar
eksi 20 dereceye kadar sizi rahat ettirecekleri iddia adiliyor. Tabii kişiden
kişiye değişiyor bu konfor durumu. Akşam güzel bir mangal partisi ile son
biralarımızı içip iyi bir uyku çekmek için odalara gidiyoruz. Sabah 7’de
uyanıyoruz. Kahvaltı hazırlık ile 8-8 buçuk gibi yola çıkmaya hazırız.
Kilimanjaro’ya tırmanırken sadece
kendi günlük kişisel ihtiyaçların olduğu sırt çantasını kendimiz taşıyacağız.
Diğer çadır ve yüklerimizi taşıyıcılar yüklenecek (orada adları porter idi).
Tabii onların yükleri taşıması bizim popuşumuzu zor bela zirveye çıkarmamız
havalı bir şeymiş gibi duruyor mu insan kendini sorguluyor ama diğer yandan Kili’ye
en yüksek kondisyonda tecrübeli birisi de istese bile yükünü taşıyarak
çıkamıyor. Yani buradaki insanların geçim kaynağı olduğu için taşımak ve para
kazanmak istiyorlar. Tur şirketine ödenen para, standart verilen ekstra taşıma
hizmeti ücreti ve son aşamada ellere sıkıştırılan bahşişler derken çok kötü bir
senaryo ortaya çıkmıyor. Her neyse zaten sırt çantasını taşıyacak olsam
başaramayacağım kesindi. (Tırmanış için getirdiklerim listesini aşağıda
bulabilirsiniz.).
Kilimanjaro tüm dağ olarak bir
ulusal park ve biz de ilk olarak ulusal park ana geçidine geliyoruz, Burası
Machame Geçidi yani bizim tekip edeceğimiz rota da Macheme Rotası diye
adlandırılıyor. Burada başka gruplar da var. Herkes giriş için formlarını
doldurmak organize olmakla meşgul. Giriş formları dolduruluyor. Taşıyıcılar
eşyaları bölüşüyorlar herkes yola çıkıyor. (Güzergah hakkında daha fazla
bilgiyi aşağılarda paylaşacağım). İlk gün yürüyüş nasıl da rahat, sohbet ede
ede çıkıyoruz. Grubumuzdaki kişilerle kısa tanışma sohbetleri, manzaranın
güzelliğinden bahsederek güle oynaya yol alıyoruz. Tırmanış eğimi hafif
zorlayıcı değil, çevremiz yağmur ormanları ile kaplı. Yağmur ormanları olarak
tanımlanacak her hangi bir orman ne kadar güzel olursa burasının manzarası da o
kadar güzel yani harika görünüyor. İlk günü oldukça uzun ama hiç de o kadar
zorlamayan bir yürüyüş ile bitiriyoruz. Bundan sonraki her kamp girişinde
yapacak olduğumuz gibi kayıt defterine imzamızı atıyoruz. Ve bizden önce gelmiş
taşıyıcılarımızın hazır ettiği çadırların bulunduğu kamp alanımıza gidiyoruz.
Beklediğimin üzerinde bir konforla karşılaşıyorum. Tabii bu hizmetin de
sınıfları var, birlikte gittiğim grup her sene geldikleri ve kalabalık
olduğumuz için bize sunulan imkanlar oldukça üst sınıfmış. Örneğin ellerimizi
sıcak su ile yıkayabiliyoruz. Muntazam büyük çadırlar içinde sandalyelerde,
masalarda oldukça lezzetli yemekler yiyoruz. Son bir iki gün taze meyvemiz
bitene kadar ilk günler menüde taze meyve hep oldu. Ayrıca çorbamız da hep
oldu. Yemekler çok lezzetliydi. Hepsi biz gelmeden biraz önce taze taze
pişiyordu. Portatif tuvaletler vardı. Biz gelmeden önce temiz şekilde
kuruluyordu. Ayrıca tüm rehberler, taşıyıcılar çalışanlar çok güler yüzlü
yardımsever kibardılar. Biz tüm grup olarak Hidden Valley Safaris’den çok
memnun kaldık.
Yemeklerden bahsederken şunu da
ekleyeyim tur rehberlerimiz bizi sürekli olarak ne kadar yiyebiliyorsak o kadar
yememiz konusunda uyardılar. İştahınız varken yeyin diye defalarca hatırlatma
yapıldı. Rehberlerimiz gelip tabaklarımızı kontrol ediyorlardı ve az yiyenleri
daha fazla yemeleri için ısrar ediyorlardı. Sebep ise iştahımız varken
kendimizi beslememiz çünkü yükseldikçe iştahımız azalacakmış ve son günlerde
belki de doğru düzgün yiyemeyecekmişiz. İleride de anlatacağım gibi son bir
buçuk günde neredeyse hiçbir şey yemeden yaşadım desem doğru olur.
Nerede kalmıştık; çadırlarımızı
seçtik, ben arkadaşların genç kızı Nataşa ile kalacağım. Çadırlar o kadar küçük
değiller ama hiçbir malzememizi dışarıda bırakmamız uygun olmadığı için botlar
çantalar vb de çadır içine girince eşyalarımızla kucak kucağa yattık desek yeri
olur. Yemeklerimizi yedikten sonra ne kadar ortamı biraz ışıklandırmaya
kalksalar da, kafa lambalarımız da olsa ortalık karanlık tabii. Oturmak bir
yere kadar gidip dinlenmek lazım. Vakitli yatıyoruz. Amanın sırt çantamda
olduğuna emin olduğum şişme yastığımı ne kadar ararsam arayım bulamıyorum.
Korkarım otelde bıraktığım çantada kalmış. Yapılmaması gereken bir hata. Ne
kadar da kıyafetlerden havludan yastık uydurmaya çalışsam da aynı olmuyor.
Neyse ilk gün çok güzel bir uyku çekiyorum. Çok zinde bir şekilde uyanıyorum. İkinci
gün Machame Kampından sonra yürüyüşümüz ilk günkü kadar uzun olmayacak yaklaşık
5 saat kadar ama bariz daha dik bir güzergahta ilerleyeceğiz. Yol aldıkça ve
irtifa yükseldikçe sık yağmur ormanları yerini biraz daha seyrek bitki örtüsüne
bırakmaya başlıyor. Kondisyonumuz hala iyi sohbetlerimiz ilk günkü kadar sıkı
olmasa da hala devam ediyor ama yükseklik ve dik yürüyüş kendini bugün biraz
daha hissettirmeye başlıyor. Hımmm biraz yorulmaya mı başladım bugün diye
kendime soruyorum ama yok yok iyiyim. Ama gelin görün ki boğazımda zaten çok
sıkı kontrol ettiğimi düşündüğüm hafif sızlamada biraz artma başladı. Bu
seyahate çıkmadan yaklaşık bir hafta önce sevgili oğlumun bana oldukça nahoş
bir sürprizi olmuştu. Yavrum Haziran gibi bir ayda ciddi bir gribe
yakalanmıştı. Ben oğlumun bakımının yanı sıra kendime de her gün vitamin, vücut
direncini artırıcı destekler, koruyucu ilaçlar bombardımanı yapmıştım.
Boğazımdaki hafif sızlamayı da pekala kontrol altına aldığıma inanıyordum ama
gelin görün ki hesap tutmadı, ikinci günün sonlarına doğru ben baya bayaa
hastalanmaya başladım. İkinci kamp alanımıza geldiğimizden sonra yemekler
yendi, çadırlar bulundu, tuvalet kişisel temizlik üst baş değişimi, biraz
sohbet falan filan ile biraz zaman geçirdik. Bu arada kişisel temizlik ıslak
mendillerden oluşmakta bütün bu tırmanma süreci boyunca banyo diye bir mevhumu
unutmak gerekiyor. Akşam vakti tulumumun içine girdim ama hastalık geldi çattı.
Üşüyorum, ayaklarım buz kesti, boğazım dehşet ağrıyor, burnum tıkalı, buyurun
buradan yakın. Bu halde uyuyamamaktayım. Havanın soğuğu gece iyiden iyiye
kendini hissettiriyor. Ayaklarım özellikle ısınmıyor. Biraz da artık neredeyse
4000 m irtifayı bulmanın etkisiyle hafiften yükseklik de etkiliyor herhalde.
Her neyse ne kadar uyuduğum hakkında hiçbir fikrim olmadan sabahı ettim. Tek
iyi haber ateşimin çıkmamış olması. Yapacak bir şey yok bu halde yola devam
edeceğim ve çok daha kötü hissetmemenin duasını edeceğim. Üçüncü günün rotası
yolun yarısında tırmanmak yarısında ise geri başlangıç irtifasına ulaşmak. Yani
bulunulan yükseklik ortalamalarına vücudu alıştırmak. Tırmanış çok aşırı
zorlamasa da biraz yıpratmaya başladı. Artık tabii kendimi de sorgulamaya
başladım. Ahh ah biraz daha sık ve uzun yürüyüşler yapmalıydım. Yaaa niye bazı
günler evde oturmuştum sanki.
Neyse yolu aldım, yarı yolda Şiva
Kraterine ulaştık buraya yakın bir yerde öğle yemeği için geçici kamp kurulmuş.
Muntazam öğle yemeği yemek hoş bir sürpriz oldu. Bu arada yol boyu düzenli su
içmeye özen gösterdik, her adımda her aşamada defalarca tekrar edilen uyarı bol
bol su içmemiz gerektiği, su için su için su için, kulağımızdaki en büyük küpe.
Su bu tip bir maceranın olmazsa olmazı. Şimdiye kadar hava gündüzleri o kadar
soğuk değil. Zaten kısa molaları saymazsak sürekli hareket halinde olduğumuz için
de havanın biraz serin olması da hiç hissedilmiyor. Yağmura yakalanmadığımız
için de hava hep güneşli. Şimdilik termoslara gerek duyulmuyor, büyük mataralar
yeterli oluyor. Bir de Türkiye’de rastlamamıştım camel back adında mataralar
vardı ekip arkadaşlarında. İnce plastikten enlemesine torba benzeri bir yapısı
var. Ucundaki hortum da sırt çantasının tepesinden omzunuza doğru uzanıyor. Ne
zaman su içmek isteseniz matarayı elinize almanıza gerek olmuyor. Bu hortumun
ucundan suyu hüp hüp emebiliyorsunuz.
Velhasıl üçüncü günün uzun
yolculuğu da Barranco Kampına ulaşmamız ile son buldu. Her kampa ulaştığımızda
olduğu gibi giriş binasının önünde imzalarımızı attık, çadırlarımızı bulduk,
tuvalet üst baş değişimi botlardan ayakları kurtarma ritüelleri ile devam
ettik. Artık giydiğim kıyafetleri, çorapları tekrar giymeye başlamam gerekecek
gibi, yıkayıp asamıyorum haliyle. Bu arada benim burnum genzim musluk gibi nezle grip boğaz ağrısı
derken yanımda tuvalet kağıdıyla geziyordum ve sürekli öksürüyordum.
İkinci uykusuz geceyi de bu
şekilde geçirdikten sonra dördüncü günü de biraz irtifa kazanıp biraz aşağı
inerek geçirdik. Hala biraz yükseliyor ama dağlara alışmak için de sürekli
kademeli inişler de yapıyorduk. Tabii biraz da bir sonraki gece büyük zirve
çıkışına başlamak için uygun kampa ulaşmaya çalışıyorduk. Artık seyrek bitki
örtüsü de kalmamış Alpine Desert denilen taş kaya ormanı alanına ulaştık. Vakti
zamanıyla meydana gelmiş heyelan ve fay hereketleri ile etrafa saçılmış kaya
parçaları arasında belli bir rota üzerinde yürüyoruz. Ben iki gece uykusuzluk
ve hastalığın etkisi ile gerçekten çok yorulmaya başladım. Dahası 4000 küsür
metrelerin görece azalmış oksijen seviyesinde nefes almak biraz da olsa
zorlaşmaya başladı. Sürekli duraklayıp nefesini toparlama isteği duyuyorsun ama
yürüyüşün ritmine ve gruba uymak için kendini zorluyorsun. Kendimi daha iyi
hazırlanmalıydım sorgulamalarım iyice sıklaştı. Bazen benim ne işim var
buralarda gerçekten başarabilecek miyim şüpheleri başladı.
Bu arada yolculuğumuzun başından
beridir her gün olduğu gibi porterlar bizi sıra sıra geçiyorlar. Porterlardan
(taşıyıcılar) bahsetmiştim. Biz sadece günlük çantalarımızı taşıyoruz onlar ise
hem çadırlarımızı, malzemelerimizi hem de büyük çantalarımızı taşıyorlar. Biz
yola çıktıktan sonra onlar çadırları ve diğer kamp malzemelerini toparlıyorlar.
Genel olarak bir porter bir kişinin çantasını ve ilave olarak kamp
malzemelerinden biraz daha alıyor ve tırmanmaya başlıyor. Üstelik bizden de
hızlı yol aldıkları için bizi yolda geçiyorlar. Bir sonraki kamp alanına ulaşıp
kamp hazırlığını yapıyorlar. Kısacası süper bir iş çıkarıyorlar. Bu işi sürekli
yaptıkları için iyice ustalaşmışlar. Sırtlarındaki yük sanki yokmuş gibi
görünüyorlar. Ne zaman bizi dar bir yerde geçecek olsalar hemen birisi Porter
on the right/left diye gruba bağırıyor. Herkes porterlara yol açıyor tabii.
Porterlarla hemen cambo mambo hakuna matata gibi selamlaşmalar sıraya
diziliyor.
Porterlarla ilgili notlardan
sonra devam edeyim… Öte yandan zirveden bir gün önce 28 Haziran bugün ve tam
bir yıl önce bugün çok sevgili babamı kaybetmiştik. Bu zirveye çıkış planının
bu günlere denk geldiğini fark edince haliyle bu gayretimi babama adamak gibi
bir düşünce içine girmiştim. Yol boyunca hep aklımda kalbimde olan babamı artık
iyice anmaya başladım. Resmen baba yardım et bana diye içimden dualar
ediyordum. Zirveden önceki 4. Günümüzde yürüyüşümüzün son bir saatinde artık
dayanamadım, kendimi gerçekten çok tükenmiş hissettim ve grup liderimizden
yardım istedim. Biraz durakladık benim için ama ben hala çok yıpranmış
durumdaydım ve baş rehberimiz Freddy benimle grubun arkasından yavaşça yürümeye
karar verdi. Biraz yavaş yavaş yürüyerek sıkı bir kaya geçidinden geçtikten
sonra işin rengi ortaya çıktı. Bende aslında yükseklik hastalığı başlamış.
İyice midem bulanmaya, başım dönmeye ve ağrımaya başladı. Izdırap dolu son
yarım saatten sonra kendimi kamp alanına (Barrafu Kampı) ve çadıra zor attım.
Çadıra oturduğumda ayaklarımı bile kaldıramıyordum. Rehberlerden biri botlarımı
çıkarmama yardımcı oldu ve ben tuluma sarıldığım gibi yarı baygın halde serildim.
Arkadaşlarım bana suyla birlikte ilaçlar yiyebileceğim hafif şeyler getiriyor
ama ölü gibiyim.
Ve işte berbat bir durum ile
karşı karşıya kaldım. Şimdiye kadar yapılan yürüyüşler tamam çok kolay değildi
ama asıl olay birkaç saat sonra gece ikide başlayacak zirve yürüyüşü iken ben
öleyim mi kalayım mı karar vermekle meşgulüm. Kaç günlük uykusuzluk, grip,
yükseklik hastalığı hepsi birleşince kolumu bile kaldıacak dermanı bulamadan az
bir şeyler ve ilaçları mideme tepiştirip yattım kaldım. Gece ekip yola çıktı ve
ben hiçbir şey yapamadım. Bitmiş bir şekilde uyuyup sabah 7de uyandım. Kendimi
çok daha iyi ve zinde hissediyordum. Yüksek irtifaya bünyem alışmış hastalığım
büyük oranda geçmiş ama ben ekibi kaçırdım. O kadar ama o kadar üzgünüm ki
duygularımı yazıyla ifade edemem. İfade etmeyi deneyeyim; hayatında böylesi
sıradışı maceralara öyle her dakika atlayan biri değilim ama her dakika keşke
atlasam diyen biriyim. İşte buraya kadar ben bu maceraya atlamıştım yaaa.
Hayatımda hem de sadece kendi başıma uç bir başarı olacaktı. Geçmişimin bu
28-29 Haziranına koyu kırmızı bir çizgi çekecek ve hayatım boyunca
unutmayacaktım. Bunun için çalışmıştım. Hazırlanmış gelmiştim. Bu sıradan
hayatın sıradan gidişine caaart diye sağlam bir yırtık çakacaktı. Ama olmadı. Her
şey bitti….
Çadırdan kafamı uzattım, geride
kalmış bir iki rehber/taşıyıcı ortalığı toparlamakla meşguller. Karşıma dünya
tatlısı bir gülümsemeye sahip aşçımız Passat (tabii ki lakabı) çıkıyor. Hiç
aklımda yokken ansızın dilimden “yaaa ben hastaydım burada kaldım ama şimdi
kendimi daha iyi hissediyorum bana birisi zirve için rehberlik eder mi” diye
soruveriyorum. Gerçekten plansız bir soru idi doğrusu hiçbir umudum yoktu
adamın çok doğal bir şekilde olurrrr demesi ile inanamadım. Ama patrona da
danışmalıyım diyor. İki dakikaya gelene kadar herhalde olacak bu iş diye sırt
çantama aklıma ne geliyorsa atıyorum, yani tıkışırıyorum. İçime korkunç bir
enerji doluyor, grubumdan 5 saat gerideyim ama hiçbir şey düşünmeden giderim
yaaaa giderim vallaaaa diyorum kendi kendime. Hava ise yeterince soğuk ama
umurumda değil. Passat geliyor ve tamam gidelim ama hemen şimdi çıkmalıyız
diyor. Tamam ben hazırım diyorum ve ne el yüz yıkama ne kahvaltı gözüm hiçbir
şey görmeden botlarımı giydiğim gibi kampın çıkışına doğru yürümeye başlıyorum.
O zaman üzerinde durmamıştım ama aslında daha ilk adımlarımda bile kulaklarımın
uğuldadığını, nefes nefese olduğumu hatırlıyorum. Neyse biz yola çıkıyoruz.
Grubumuzun 10 saatte çıktığı zirve yolunu biz çok büyük zorlamalarla 8 saatte
çıkıyoruz. Ben bütün yol boyunca ne yürürken ne çok kısa bir iki dakikalık
dinlenmelerde bir kere bile rahat soluk alamıyorum. Bütün soluklarım korkunç
derinden yetmiyor. Ne kadar uğraşsam da nefesim yetmiyor. Yükseldikçe de
oksijen azalıyor ve ne mümkün soluğum yetmiyor. Sürekli kendime diyaframdan
nefes al, burnundan nefes al diye hatırlatma yapıyorum yine olmuyor yine
yetmiyor. Boğazım deli kuruyor. Sık sık su içiyorum. Hava iyice soğumaya
başladığı için mataramdaki sıcak su soğuyor, termosumdaki su makul seviyelerde
hepsini içiyorum. Rehberim bana acıyor suyunu benimle paylaşıyor. Dünyanın
bütün sularını içsem etmiyecek. Yol boyunca acemi acemi geldim buralara, bu
macerayı ne kadar da hafife aldım diye kendime kahrediyorum (ki bu doğruydu,
yeterince olayın ciddiyetini anlamamışım). Sürekli babam için başarmalıyım diye
telkinde bulunuyorum. Sonra dönüyorum oğlum annesi pes etti demiyecek diyorum.
Mantra gibi her iki adımda bir bunları tekrar ediyorum. Yüz kere içimden takrar
edip başka bir motivasyon mantrasına geçiyorum. Artık kas gücü değil beni
götüren irade gücü. Bu arada ciddi bir eğimle baş etmemiz gerekiyor. Suların
erirken açtığı yarıkların içinden geçiyoruz. Ve yavaş yavaş buzlaşmış kar
örtüsü başlıyor. Bu arada biraz da küresel ısınmaya suç bulunarak verilen
bilgiye göre son yıllarda Kilimanjaro’da kar birikmemeye başlamış. Birkaç
yıldır ilk defa bu sene kar yağmış ve yaklaşık 50 cm kar örtüsü mevcut.
Çevremizde kar yığınlarının uç kısımlarında düşsen kesin öleceğin uçurumlar
mevcut ama yürüdüğümüz rota bu uçurumlara yakın olmadığı için pek de bir hayati
tehlike yok ama buzlaşmış kar üstüne yürümek işi gerçekten zorlaştırıyor. Tabii
ben çok geç kaldığım için artık zirve yapmış da dönen insanlarla
karşılaşıyoruz. Hemen hepsi pes etme sakın pes etme diye beni motive ediyorlar.
Kendi grubuma da bir birkaç saat içinde rastlıyorum. Gerçekten yorulmuşlar.
Artık onlara yetişmem diye bir ihtimal kalmamış. Frddy riski göze alamadığı
için mecburen aşağı inerken yolunu döndürüyor ve benimle tekrar yukarı çıkmaya
başlıyor. Hem Freddy hem de Passat sürekli bana pes etme pes etme telkinleri
yapıyorlar. Bu arada benim yine midem bulanmaya başım ağrımaya başlıyor ama
sıkıyorum kendimi kusmak yok, hastalığa yenik düşmeyeceğim. Ve en sonunda
yürüyüşümüzün 6 buçukuncu saatine Stella Noktasına ulaşıyoruz. Burası 56??
Metredeki küçük zirve. Buraya kadar ulaşmış ama artık kendini yeterince hasta
ya da tükenmiş olanlar Stella Noktasına ulaşmanın mutluluğunu yaşıyorlar.
Ama Uhuru adındaki gerçek zirveye
ulaşmak için daha 1 buçuk saat daha var. Neyse ki artık yolun eğimi iyice
hafiflemiş durumda üstelik zirve gözle görülmekte. Gerçi sen yürüdükçe her
adımda sanki biraz daha uzaklaşıyormuş hissi veriyorsa da orada işte. Evet
orada. Passat orada bizi bekliyecek, ben emin olmak için cidden Uhuru’ya
gidecek miyiz diye soruyorum, tabii ki gideceksin diye bana emir verircesine
yola düşüyor bile. Zaman kaybetmek gibi bir lüksümüz yok. Eğim azaldı ama hala
soluk almak korkunç zor, zeminse iyice buza kesmiş. Elimde iki kat eldiven var
ama Freddy ani bir kararla benim için dönünce bakıyorum onun eldiveni yok.
Dayanamıyorum benim bir kat eldivenimi ona vermek için ısrar ediyorum. Zorla da
olsa alması için ısrar edince kabul ediyor. Ara sıra beni oyalamak için
konuşturmaya çalışıyor ama ne mümkün benim konuşmam ne mümkün zaten sesim de
iyice kısılmış, ses yerine kısık soluk karışımı bir şey çıkıyor. Yerde buz
üzerinde sarı turuncu kusmuk izleri, hastalanıp kusmuş kişilerin kalıntıları
yerinde donmuş. Boğğğ pek de iğrenç ama bunu kim düşünecek şimdi. Kafamda
yüzümü de saran berem, kalın yoğun kışa uygun kaban, kabanın kapşonu, nefesimi
çok zor alıyorum diye berenin yüz kısmını açıyorum bu sefer yüzüm donuyor. Ama
o kadar yorgunum ki, o çok korktuğum soğuk önem sırasında ikinci kalıyor. İşte
böyle böyle kendimin defalarca artık pes ederim herhalde dediğim zirve yolunu
tamamlıyorum. İnanması güç ama Uhuru noktasına varıyorum. Yorgunluktan
ölüyorum. Nasıl bir duygu, bu nasıl anlatılır. Böyle inanılmaz mutlusunuz ama
yorgunluktan, mide bulantısından, kendinizi aşırı zorlamaktan öyle
kasılmışsınız ki mutluluğu bir farklı yaşıyorusunuz. Ama mutluluk, tatmin, zoru
başarmanın verdiği o mutluluk. O sabah hissedilen tüm o hayal kırıklıklarının
tersine dönmesi. Allahım bu nasıl bir duygu…
Bu arada yol boyu bir önde bir
arkalarında kaldığım bir çift ve rehberleri ile neredeyse benzer zamanlarda
zirveye ulaşıyoruz. Çiftin de 5. Evlilik yıldönümleri imiş ve her sene evlilik yıl
dönümlerinde çılgınca bir şeyler yapmak gibi bir gelenek geliştirmişler. Bundan
fazlasını ögrenmek isterdim ama artık konuşabileceğim bir sese sahip olduğum
söylenemez. Birkaç fotoğraftan sonra ne yazık ki oyalanabilecek bir dakikamız
bile yok. Hemen dönüş yoluna başlıyoruz. Ben karlı buzlu girintilerin içinden
biraz kayarak biraz debelenerek inmeye çalışıyorum ama rehberim Freddy beni
uyarıyor. Çok yakın olmasa da uçuruma doğru kayacak olsam aşağıya birkaç
dakikada inebilirim. Zaten dağ tırmanışlarında kazaların yaralanma ve ölümlerin
büyük çoğunluğu inişlerde olurmuş. Bu arada çevrede inanılmaz güzel başka yerde
kolaylıkla göremeyeceğim dev buzul kütleleri var ve artık gözüm bunları biraz
daha iyi görebiliyor. İniyoruz iniyoruz iniyoruz bitmiyor. Bu arada yola
başldığımız kamptan da ötede bir başka kampa kadar yürümemiz lazım. Öyle bir
kural varmış. Zirve günü bir alt irtifa kampta kalınırmış. Her neyse grup
arkadaşlarımın yaptığı uzun yemek molalarını yapma lüksüne sahip de değilim. Bu
arada ben sabah uyandığımda ilk yola çıktığımız saatlerde ağzıma attığım biraz
kuru yemiş ve meyve haricinde gün boyunca hiçbir şey yemedim. İçim almadı.
Yiyemedim. Garip bir şekilde aç da değilim. Birkaç saat sonra buz, buza kesmiş
kar ve kar yığınları bitiyor. Kaya ve toz deryasına geri dönüyoruz. Ben artık
resmen toz yığını olan kısımlarda kaya kaya gidiyorum. Kaya yığınları başlıyor.
En sonunda başladığımız kamp noktasına ulaşıyoruz. Ama burayı da transit
geçiyoruz. Sürekli yokuş aşağı iniyoruz artık soluğum da görece toparlandı.
4000 küsür metrelere geri indik bile ama hala 3700 mtreye ulaşmalıyız. Önümüzde
birkaç saat var. Akşam olmaya başladı. Hava alacakaranlık. Biz durmadan
yürüyoruz. Aman yarabbim. Aldığıma emin olduğum kafa lambamı bir türlü sırt
çantamın içinde bulamıyoruz. Aldığıma eminim ama nasıl oluyor da oluyor ortaya
çıkmıyor kafa lambası. (telaş işte ertesi gün lamba aynı çantanın içine elime
geçiverdi) Herneyse umudu kesip sadece Freddy’nin kafa lambasına güvenerek
artık kaya tarlası haline gelmiş yolda yürümeye başlıyoruz. İlk başlarda iyice
gece karanlığı olmadığı için idare ediyorum ama yol bir türlü bitmiyor. Dile
kolay 5 saatlik gecikmeyi kapatmak kolay mı. Artık Freddy iyice bana da
mukayyet olarak hiç duraklama yapmadan yürütüyor beni. Bu arada arkama
baktığımda sol çaprazımda dolunay sağ çaprazımda Kili’nin karlı zirvesi ay
ışığında parlıyor. Cep telefonumun şarjı saatler önce bitmiş bunun fotoğrafını
çekemiyorum. Ama hayatım boyunca unutamayacağım manzaraya az da olsa fırsat
buldukça bakıyorum. Bacaklarım bitmeye yaklaşmış durumda. Ve en sonunda akşam 9
da Millenium Kampına ulaşıyoruz. İşte bitti. Yani yaklaşık 14 saat boyunca
zorlu yollarda hiç durmadan yürümüş oluyorum. Bütün gün hiçbir şey yememiş
olsam da yemek çadırında sadece bir kase zaten ılımış çorbayı kaşık bile
kullanmadan tepeme dikip içtikten birkaç kelime lafladıktan sonra çadıra
gidiyorum sadece kabanımı botlarımı çıkardığım gibi tulumun içine sokuluyorum.
Arkadaşımla tebrikleşiyoruz ve uykuuuuuuuuu….
Sabah sekiz olmadan yine uyanmamız
lazım. Daha önümüzde kestirme de olsa başlangıç noktasına kadar sürecek bir yol
var. Ama benim sol diz kapağım bitmiş durumda. Tüm gün hiç durmadan ve oldukça
da süratli yürümekten dolayı diz kapağımı haşat etmişim. Her adımda yüreğim
sızlıyor. Resmen topallıyorum. Mecburen grubun yine gerisinde kalıyorum. Yine
saatlerce yürüyoruz. Tekrar yağmur ormanlarına ulaşıyoruz. Canım acısa da artık
bitsin diye yalvarıyor olsam da yağmur ormanlarını içinde yürümenin tafını da
doya doya çıkarıyorum. Son bir saatte artık kurtarma araçlarının girebileceği
kadar yolun genişlediği alana ulaşınca bir araç beni alıyor ve ben ulusal
kampın ana kapısına bu sefer Mweka Geçidine ulaşıyorum. Macerayı bitiriyoruz.
Herkes birbirini tebrik ediyor.
Genel fotoğraflar çekiliyor. En sonunda otobislere binilip önce bir hediyelik
eşya dükkanı gezildikten sonra Hidden Valley Safaries’in mekanına gidiyoruz.
Orada bir öğle yemeği yedikten sonra tüm porterlar bahşiş de alma amacı ile
diziliyorlar. Bahşiş vermek bu sürecin doğal bir parçası. Ortamda oluşmuş
anlayış ve çalışma şekli gereği sizin keyfinize kalmış gibi görünmüyor. Zaten
çok az gelirleri olduğunu bildiğimiz için ve zaten bize ne kadar iyi
baktıklarına şahit olduktan sonra insan canı gönülden bahşiş veriyor. Buradan
ayrıldıktan sonra ise en sonunda otelimize ulaşıyoruz. Huzur dolu otelimize.
Machame Rotası Bilgileri
Dağ tırmanışını aşağıdaki rota
üzerinden gerçekleştirdik. Kilimanjaro’ya tırmanmak için başka rotalar da
mevcut; yaklaşık 5 ila 8 gün süren ratolardan tırmanıcılar kendi
performanslarına ve planlarına uygun olanı seçiyorlar. Bizim kullandığımız
Machame Rotası en çok kullanılan rotalardan biri.
Day 1 of Climb. Machame Gate (1490m)
to Machame Camp (2980m). 11km / 4 hours.
Overnight at Machame
Camp.
Day 2 of Climb. Machame Camp (2980m)
to Shira Plateau (3840m). 9km / 6
hours. Overnight at Shira Camp.
Day 3 of Climb. Shira Plateau (3840m) to Lava Tower (4860m)
to Barranco Camp (3950m). 15km / 7
hours.
Overnight at Barranco Camp.
Day 4 of Climb. Barranco Camp (3950) to Barrafu Camp/Base
Camp (4450m). 12km / 8 hours.
Overnight at
Barrafu Camp.
Day 5 of Climb. 1am Barrafu (4450m) to Summit (4895m). 7 hours. Summit in morning. Back down to
Millennium Camp.
Day 6 of Climb Out to Mweka Gate and back to Moshi for
lunch. Certificate presentations at
dinner that night.
Overnight at Sal Salinero Hotel, Moshi.
Tırmanış Çantam ve İçindekiler
Tırmanış gerekli kıyafet ve
malzemelerin temini biraz zaman alıyor. Ama tatlı bir telaş oluyor. Listede de
bahsedeceğim ama malzeme alımında bir istisna tırmanış botları için geçerli.
Tırmanış botlarının aylar önce alınmasını öneriyorlar. Bu aylar içinde de giyin
biraz eskitin diyorlar. Botlar ayağınıza alışacak, vuran ya da rahatsız bir
yeri varsa ya soruna çare bulacaksınız ya da ayağınız alıştıkça kendiliğinden
geçecek. Hani yeni ayakkabı aldığınızda derler ya “Ayağında paralansın”, işte
öyle bir durumdan bahsediyoruz.
Buraya tüm malzemelerimi
toparlamışken çektiğim bir fotoğraf ekliyorum. Altında da listemiz mevcut.
Ayrıca en alt kısımda da keşke yanıma alsaydım dediklerimi ekliyorum.
Tırmanış botları: Kışlık,
ağır koşullara uygun, su geçirmez, yüksek bileklikli. Aylar önce alınmış
giyilmiş.
Sert kışa uygun kaban: Şehir
tipi kaban pek kurtarmıyor. Su geçirmez, rüzagara dayanıklı tip kabanlardan.
Ben kayağa giderken kullandığım kabanı yanıma aldım (10000 mm). Yeterli geldi.
Biraz daha su, rüzgar dayanımı yüksek modellerde bulmak mümkün.
Zirve Pantolonu: Su geçirmez,
astarlı bir model tercih ediniz. Ben yine kayak pantolonumu kullandım. Uygun
oldu.
Kalın termal çoraplar: Ben
yaklaşık 6 çift götürdüm. İlk gün hariç genelde iki çift üst üste giydim. Yani
mecburen aynı çorapları iki gün giymem gerekti. Ayakları çok terlemeyen bilakis
çok üşüyen biri için makul oldu.
Termal içlik: Ben iki alt iki
üst götürdüm. İlk iki gün pek gerekmedi ama devam eden günlerde önce gece ve
sabah erken saatlerde sonra da yani bilhassa zirve günü tüm gün gerekli
oldular.
Su geçirmez pantolon: Bir
adet suya dayanıklı yürüyüş pantolonu yağmur yağması durumunda yürüyüşü
garantiye alacaktır.
Normal yürüyüş pantolonu:
Çabuk kuruyan türde ince kumaştan bir yürüyüş pantolonu ilk iki gün ve son gün
giydim.
Yağmurluk: Önce dekatlondan
panço tipi bir yağmurluk almıştım. Gitmeden kısa bir süre önce yağmur yağarken
kullandım ve hiç nefes almaması nedeniyle resmen ter içinde kaldım. Sonra
kendimi kaliteli bir yağmurluk almaya mecbur hissettim.
Eşofman takımı: Hem akşam
giyip hem de onlarla uyunabiliyor. Yeterince kalın olmasını tavsiye ederim.
Bere ya da mümkünse
balaklava: Zirve günü gözünüze kadar korunmanız gerekebiliyor.
Eldiven: Zirveye çok
yaklaştığımda hem kalın termal eldivenler hem de biraz daha ince kışlık
eldivenler ikisini de taksanız fazla gelmiyor.
Güneş Gözlüğü
Şapka
Polar swetşört ve ceket
Havlu
Ayakları sıcak tutacak patik
ya da botlar
Yastık: Ya yanınızda getirin
ya da muhakkak kiralayın
Tırmanış öncesi ve sonrası
için kıyafetler
Büyüklü küçüklü çöp poşetleri
Matara: Bir tane 1 litrelik
metal matara, bir tane de yarım litrelik termos aldım
Tuvalet kağıdı, ıslak mendil
Valis, çanta vb için kilitler
Kafa lambası, fener
Yedek piller
Şarj kablosu
Şarj Deposu: Benimki 10000
Mah idi biraz zorlansam da idare ettim.
Not defteri
Kalem
Atıştırmalıklar; kuruyemişler
enerji verici barlar vb.
Tarak
Diş macunu / fırçası
Sabun
Krem
Pudra: Ayaklarımı pudralamak
terlemelerine engel oldu. Keşke son gün de ihmal etmeseydim.
Güneş kremi
Bepanten
Su dezanfektasyonu için
tabletler: Türkiye’de bulamadık. Gruptaki Avustralyalı arkadaşlar bizim için
temin ettiler ama hiç kullanmamıza gerek olmadı. Tur şirketimiz bu kouda çok
iyiydiler.
Mide bulantısı giderici
haplar, ishal vb durumunda kullanılacak reflor gibi haplar.
Kas ağrısına karşı hap ve
merhemler
Ağrı kesiciler
Boğaz pastili
Yara bandı
Sargı bezi
Düzenli kullandığınız ilaçlar
Kulaklık
Okumak için kitaplar
Pasaport, gerekli tüm
evraklar
Bir kocaman sırt çantası ya
da silindirik yapıda çanta
Bir günlük yürüyüş için sırt
çantası: Sırt destekli bu amaçla üretilmiş çok güzel sırt çantaları mevcut.
Sırtı hem az ypruyor hem de az terlemesini sağlıyorlar. Çok da büyük olmasına
gerek yok.
Benim yanıma almadığım ama
alsam iyi ederdim (ya da belki siz almak
istersiniz) dediklerim:
Camel back adında bir tür
matara var. Yassı tablet gibi bir matara. Sırt çantanızın içine yada arka
kısmına takıyorsunuz. Hortumu boynunuzdan uzanıyor. Her su içmek istediğinizde
oradan hüpp çekiyorsunuz. Yeni her seferinde matarınızı yerinden çıkarıp yerine
takmanız gerekmiyor.
Yükseklik hastalığına karşı
tabletler var. Ben yeterince arayıp bulmak için uğraşmadım. Tur
rehberlerimizden de almak için uğraşmadım. Belki haplardan alsaydım zirve
öncesi daha iyi olurdum. Öte yandan haplarıalsa da hastalığa maruz kalan
kişiler de pekala oldu.
Suya katılıp içilen
elektrolikler var. Bol enerji harcadıkça vücuttan ter vb ile tuzlar atılıyor,
bu kayıpları karşılamak için içiliyor. Onlardan içmek insanı biraz daha dinç
tutabilir. Bunu da yeterince ciddiye almamışım. Diğer yandan bol tuzlu ve
şekerli yedim. Yemeklerimi her fırsatta bol bol yedim.
Akıllı macera saati: Bütçe
sıkıntınız yok ise neden olmasın. Bu saatlerin nabız ölçme, rakım, lokasyon,
navigasyon, çeşitli zaman ayarları vb bilgiler verme özellikleri oluyor. Çok
havalı aletler doğrusu.
Fotoğraf makinesi: Şimdilerde
herkes fotoğraflarını cep telefonlarından çekiyorlar. Ama sizin fotoğrafçılığa
özel bir ilginiz varsa cep telefonu size yeterli gelmeyecektir.
Mini güneş enerjisi paneli: Gruptaki
bir iki arkadaşta eni boyu yaklaşık 30 ila 50 cm büyüklüğünde incecik güneş
enerjisi panelcikleri gördüm. Cep telefonlarını vb şarj etmeye yeterli
oluyormuş. Çok sempatiklerdi. Mola yerlerinde açıyorlardı hatta bazen sırt
çantalarının üstüne asıyorlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder