20 Şubat 2012 Pazartesi

Cairns ve Melbourne Seyahati



Yaşasınnn iste yine yollara düşüyoruz. Hem de bu sefer önümüzde iki ayrı şehirden oluşan 12 günlük bir tatil var.

Tatilimize önceki Cumartesi günü saat 05:30 dolaylarında arabaya bir suru şeyi atıp 1200 km. yola düşmek suretiyle başladık. Bu yolu yaşadığımız Mount Isa adlı kasabadan en azından 12-13 saatte alabileceğimizi düşününce uygun bir saatti sanıyoruz. Hedefimiz kıtanın kuzey doğu kıyısında bulunan şirin turistik kent Cairns. Tabii yol boyunca ne kadar seyrek kasaba ve alışveriş imkanı olduğunu düşünerek koca çanta dolusu yiyecek, yedek benzin ve litrelerce de su aldık. Bakarsınız yollarda kalırız korkunç yabanıl koşullarla mücadele etmemiz gerekir değil mi?
Gerçekten de aslında simdi hesap ettim takriben 400 km boyunca hiçbir gerçek yerleşim merkezine uğramamışız, sadece bir tane içinde insan olan bir iki şey alınabilecek Burke and Wills Roadhouse adlı yeri saymak gerekir. İddiaya göre 1800 yıllarda keşife çıkmış soyadları Burke ve Wills olan iki macera perest tam buralarda yaşamlarını yitirmişler. Yol boyunca son 100 km’ye kadar bitki çeşitliliği doğrusu hiç de iç açıcı değildi. Araziyi 90% oranında pek yoğun olmayan sakız ağacı diye anılan sanıyorum Avustralya’ya has solgun ağaçlar kaplamaktaydı. Öğrendiğimize göre, bu sakız ağaçları bünyesinde yüksek miktarda su bulundurabildiği için uzun sıcak ve kurak mevsimlere dayanıyormuş. İçindeki suyun akış sesini duyduklarını iddia eden kişilere rastladım ben. Yani devenin bitki sekli diyebiliriz. Yol kenarları ise bol miktarda kanguru ölüsü ile ve başlarında doluşan kargalarla dolu. Gidiş yönünde aslında şanslıydık çünkü birçok da canlısı önümüzden hoplaya zıplaya geçip gittiler. Hatta birinin fotoğrafını çekme fırsatımız oldu. Aslında şanslıydık dememin sebeplerinden önemlisi hiç birine çarpmamış olmamız. Çünkü yola çok hızlı çıktıkları için bazen çarpmak kaçınılmaz oluyor. Yolculuğumuzun daha doğrusu yolun en kotu tarafı çoklukla tek şerit ama sadece ve sadece tek şerit olması idi. Bu hiç aklıma bile gelmezdi doğrusu. Karşıdan bir araba geldiğinde yanlarda kalan bozuk kısımlara çıkmak zorunlu oluyordu ki hızlı gecen arabaların sıçrattıkları tas çakıl yağmuru özellikle Savaş’ın sinirlerini bir hayli yıpratmaya yetti. Kah uyuyup (yani ben) kah gaza basarak en sonunda hedefimize iyice yaklaştık ki, en sonunda biz gariban taşralıların (buralarda taşraya outback deniyor) alışık olmadığı güzellikte tabiata ulaşabildik. Gerçekten de bol yeşillikli ve engebeli arazinin sağladığı hoş manzaralarla güzümüz acildi. Oldukça rüzgarlı tepelik bir alana da elektrik üretmek amacı ile rüzgar değirmenleri koymuşlar, temiz enerji kaynağı iste. Ve 13 saat sonra aksam saatlerinde kalacağımız otele ulaşmıştık.

Neyse ki otelimiz daha lobisinden hoş görüntüler sergiliyordu. Savaş’çığım da öncelikle karisinin memnuniyetini göz önünde tutarak deniz manzaralı oda rezervasyonu yapmıştı. Ancak odamıza çıktığımızda deniz manzarasının ancak balkonda yan tarafa bakma gayreti ile görülebildiğini fark edince hemen aşağıya inip olayın vahametini vurgulayan konuşmalarla gerçek deniz manzaralı odamıza yerleşebildik. Neden bunu böyle uzun anlatıyorum diye düşünecek olursanız cevabi ertesi sabahta saklı. Sabah olup da şahane deniz manzaramıza baktığımızda önceki aksam karanlıkta seçemediğimiz denizin aslında takriben yarısının balçık tipi bir şeylerden oluşuyor olması. Her neyse denize 1000 kusur km uzaktan geldikten sonra buna da şükür dedik, hem denizin yükseldiği saatlerde neyse ki balçık kısımlar görünmüyordu. 
Bu şehrin ve civardaki turistik kasabaların çok önemli iki özelliği var. Birincisi sanıyorum meraklıları için dünyaca meşhur büyük mercan resifleri ki bu bölgede kıyıya çok yakınlar. Mercan resifleri kıvrımlı yapısı ile birçok çeşit balık için güzel bir barınak ve beslenme olanağı sağlarken biz insan varlıkları için de şahane seyirlikler çıkarmakta. Şehirde bir suru tur imkanları dolu. Aslında en güzeli dalarak onları izlemek. Ama biz dalgıçlık tecrübemiz olmadığı için bu seferlik şnorkellerle idare etmeye karar verdik. Bir turun yakin adalardan birine götürmesi (Green Island) ile zaten uzaklara dalışlara hiç gerek kalmıyor çünkü kıyılar da bu resiflerle dolu ve gerçekten birçok çeşit balık, renk cümbüşü bir anda sizi karşılıyor. Hakkını teslim etmek lazım, abartıldığı kadar güzeldi denizin içi. Gecen sene sadece dev bir akvaryumla yetinmiştik. Bu sene kıyıda takıldık ama gelecek sene artik dalma eylemine geçebiliriz.

Bu bölgedeki ikinci çok önemli tabii güzellik de yağmur ormanları. Özellikle kuzey bölgelerdeki yağmur ormanlarının ortalama 120 milyon yıllık yaşı ile dünyanın en yaşlı yağmur ormanları olduğu söyleniyor. Biz konunun uzmanları olmadığımız için zaten aslında yaşının öneminden çok görsel güzelliği yetti bizim için. Yağmur ormanlarının sardığı tepelik alana önce eski bir tren hattıyla çıkmak inişte de teleferik hattını kullanmak en ideali. Tren hattı ile giderken özellikle dolambaçlı yolların arasında saklı sürprizler gibi yüksek şelaleler altlarda oluşan golcükler, oralarda yasama hayalleri insana çok hoş duygular yaşatıyor. Dönüşte ise teleferik ile tam olarak ağaçların üstünden geçerken hayata ve tabiata normal şartlarda hiç mümkün olmayan bir açıdan bakmanın güzelliğini yaşadık. Aralarda inip mola verebileceğimiz ve tabiatla yakınlaşabileceğimiz duraklar da mevcut. Molalarda görevli rehberler ağaç türleri ve yağmur ormanları ile ilgili özet bilgiler verdiler. 100'lerce yıllık yaşı olan ya da beton gibi sağlam ağaçları tanıttılar. Ya da asalak baksa bitki örtülerinin bazı ağaçlara nasıl musallat olduğu ve bazı ağaçların bu asalaklardan kurtulmak için ne gibi yollara başvurdukları öğrendiğimiz bilgilerdendi. Yağmur ormanlarının tepe kısmında hedef niteliğindeki kasaba sevimli ama aşırı turistikleşmiş bir yerdi.

Cairns’le ilgili olarak belirgin bir durum da uzak doğulu turistlerin büyük ilgi merkezi olması. Zaten uzak doğu kökenli insanların bir hayli yasadığı bir bölge, bol turist de eklenince ortalıkta bir suru çekik gözlü minik ince yapılı insanin dolaşması doğal oluyor. Bana çok sevimli gedikleri için bu durum hoşuma gitti. Ama Avrupa özellikle de İngiltere kökenli Avustralyalılar için durumun ayni olduğundan şüpheliyim. Bu vatandaşlarının çokluğu sebebiyle de her tarafta onların yemekleri, otellerde ikinci dil olarak bilmediğimiz alfabelerde açıklamalar, bize kendi turistik yerlerimizi hatırlattı. Örneğin biz Bodrum’a gittiğimizde her tarafın yabancılara yönelik olması bizi çok rahatsız ediyordu. Demek ki böyle bir duruma her yerde rastlamak mümkünmüş, tabii turistlere askıntı olan satıcıların burada bulunmadığını tahmin etmek zor değildir.

Tatilimizin Melbourne tarafına ise sabah çok erken bir uçakla Cairns’den uçarak başladık. Tatil zamanı sabahın 5’inde uyanmak sevimli olmasa da arabayla uç günde alınacak bir mesafeyi 3.5 saatte almak da fena bir şey değil hani. Melbourne’la ilgili özellikle benim en büyük çekincem havaların kotu olması idi. Ne de olsa orada daha bahar yeni başlıyor ve dediklerine göre bu şehrin havasına hiç güven olmazmış. Neyse ki hava son günü saymazsak soğuk ve yağmurlu değildi. Biraz buluta da razı olduk biz de.

Havaalanından bizi buradaki ilk dört günümüzü birlikte geçireceğimiz arkadaşlarımız aldılar. İlk günümüzü biraz dinlenme biraz çarşı pazar dolaşmakla geçirmeye başladık. Büyük alışveriş merkezi çarşılar dolaşırken, önce her şey güzeldi ta ki ben cüzdanımın çalındığının farkına varana kadar. Moralim bir hayli bozuldu ama elden ne gelir. Ee dünyanın her yerinde böyle şeyler başa geliyor demek ki.

İkinci günümüzde arkadaşlarımızın arabasının olması sayesinde yakında bir kasabaya gittik. Bu kasabanın olduğu bölgede, 1800’lerin ortalarında ilk altının bulunması ile ciddi bir altına hücum yaşanmış. Özellikle ilk yıllarda insanlar isini gücünü evini bırakıp buraya akın etmişler. Büyük külçe altınlar bulanlar olmuş. Hatta dünyada en büyük külçe 65 kg’la burada bulunmuş. Adı bile var: Hoş geldin külçesi. Simdi artik altın madeni neredeyse hiç kalmamış ama orada geniş tepelik bir alanı o ilk yılları tekrar canlandırmak amacı ile yapılandırmışlar. Bir sürü eski zaman yapıları, eski çalışanların hepsi o günlere uygun kıyafetler içinde. Yine o günlere uygun bazı şekerleme, demir isleri gibi üretimler de yapılıyor. Açıklayıcı bilgiler vs. Bir de müze eklemişler ve dünya kadar Avustralya altın madenciliği ile ilgili bilgi almak mümkün. Özellikle biz madenciler için çok ilgi çekici bir yerdi. Ee ilk gün için yeterince yoğun ve yorucu bir faaliyetti buralar. Dönüş yolumuzda ve sonraki günlerimizde oradan aldığımız şekerlemeler ağzımızı bir hayli tatlandırdı. Öte yandan bizi oldukça ilginç başka bir faaliyet bekliyordu. Arkadaşlarımızla Melbourne’da Türk’lerin yoğun yaşadığı Brunswick adlı bölgedeki meşhur bir Türk lokantasına gittik. Özellikle ben bir yemek canavarına donuştum diyebilirim. Yemek listesindeki her şeyi ısmarlamak hevesi içinde içli köfte, sarma, iskender, sucuklu pide, tatlılar derken çatlamaya yakin bir mide büyüklüğü ile olayı bitirdik. Yemekler belki en iyi örnekler değildi ama ben özellikle sucuğu çok özlemiştim.
Tadı harika geldi bana. Keşke servis de biraz daha iyi olsaydı. Zaten daha önce buraya gelmiş başka bir çift arkadaşımız ne zaman bir sipariş verseler başka bir şeyin geldiğini söylemişlerdi. Sanıyorum çok yanlış bir yorum değildi. Bu arada yine bölgede bulunan bir Türk kasabından aldığımız bir kaç kangal sucuğu kalan günlerde afiyetle midemize indirmeyi de ihmal etmedik.

Üçüncü günümüz de yine altımızda arabanın olması sayesinde şehir dışına doğru bir tur oldu. Bu sefer kuzey doğu taraflarındaki şarap üreticilerinin yoğun bulunduğu vadiye (Yarra Valley) doğru idi. Öncelikle yine o yakınlarda bulunan doğal yasam barınağına (Healesville Sanctuary) uğramaya karar verdik. Barınakta bilhassa Avustralya’ya has hayvanların bulunması biz okyanus ötesi insanları için heyecan vericiydi haliyle. Gerçi iki yıldır yollara çıktığımız seferlerde bolca kanguru görme fırsatımız olmuştu ama burada yürüdüğümüz yollarda karsımıza çıkması deli gibi zıplayıp kaçıyor olmamaları dahası dokunup sevebilmek, tam bir turist faaliyeti oldu bizim için. Bir kaç tane koala gördük ve tabii ki uyuyorlardı. Hayatlarını Avustralya’nın okaliptüs ağaçlarında geçirdiklerine kanaat ettik, elleri vücutları ile ağaç dallarıyla tam bir bütünleşme halinde idiler. Öğrendiğimize göre günün 18-20 saatini uyuyarak geçirirlermiş. Çok güzel hayvanlarmış gerçekten. İlgi çekici bir gösteri de yırtıcı kuşların beslenmesi gösterisiydi. Kimisi çok süratli kimisi her turlu hava koşuluna uygun hareketli ve kartallar ise oldukça cüretkarlar yemine ulaşmak için üstümüzden son derece yakin uçmaya aldırmadılar. Ve yarasalar, wallaby, platipuslar, sürüngenler, gece hayvanları, balık türleri bile vardı. Tabii daha aklıma gelmeyen birçok hayvan türü. Doğal yaşam barınağında geçirdiğimiz uzunca saatlerden sonra şarap bağları ve üretim yerlerine görece az zamanımız kaldı. Aslında Avustralya şarap üretimi konusunda bir hayli iddialı, üzüm çeşidi o kadar fazla olmasa da birçok marka bulmak mümkün. Ancak özellikle kırmızı şarapta tatları genelde bizim beklentimizin altında kalıyorlar. Burada bir iki şarap evinde tadım yaptıktan sonra dönüş yoluna geçtik.  

Dördüncü günümüzde Savaş’la ben tramvay hattını kullanarak nihayet şehir merkezine gitmeye karar verdik. Melbourne’da ve aslında Avustralya’nın hiç bir şehrinde yeraltı toplu taşımacılığı bulunmamakta. Sadece tren otobüs, tramvay bazen nehirlerde feribotlar var. Bir not da kasabalardaki tek iletişim aracı insanların kendi arabaları (taksileri saymazsak). Melbourne’da şehrin en merkezinde Federasyon Meydanı bulunmakta. Çevresini saran binalar belli bir tip mimari örnekleri, çoklukla galeri müze gibi işlevler görmekteler. Biraz merkezde takılıp dolaşıp ortamı tanımaya gayret gösterdikten sonra, içinde çoklukla modern sanat çalışmalarının sergilendiği galeriyi gezmeye karar verdik. Eee çağdaş sanatın çok gözlerimizi büyülemediğini itiraf etmeliyim (tabii bu çok kişisel bir yorum), en göz alıcısı sanatçıların bilfiil çalışmalarını içinde yaptıkları cam mağazası idi. Çılgın fiyatları olan şahane el isi cam eserlerin arasında gezerken kazara birini düşürmenin korkusu ile elim kollarım kenetlendi diyebilirim. Çünkü adamlar oldukça tehditkar bir şekilde açık açık yazmışlar: “Düşürürseniz ödersiniz!”

Ertesi gün arkadaşlarımızın gitme vakti geldiği için sabah onları uğurladıktan sonra, biz yine tramvay ile şehir merkezine doğru uzandık. Bu sefer hedefimiz Büyük Melbourne Müzesi ve çevresindeki parklardı. Bir müzede doğal olarak bulmayı beklediğimiz şeylerin dışında geçici olarak Mısır’dan getirtilmiş mumya örnekleri de vardı. Mumyalama teknikleri ve ilgili aletler ayrıca bir adet en hakikisinden mumya görme sansımız oldu. Müzenin diğer kısımlarında çok eski olmayan Avustralya tarihi ile ilgili örnekler, Polinezya adalarındaki ilkel deniz taşımacılığı ile ilgili botlardan örnekler, şaşılası büyüklükte ve çeşitlilikte kelebek ve böcek örnekleri bulunmakta idi. Çeşit çeşit tarantulalar, akrepler derken oramız buramız huylanmaya başladı tabii ki.

Cairns’e dönmeden önceki son günümüzde ise artik bol bol ortalıkta dolaşmaktan biraz yorulduğumuz için hava da biraz soğukça olduğu için biraz otelimizden geç çıkmaya karar verdik. Yol üzerinde Kraliçe Victoria Pazarı karsımıza çıkınca önce ona uğradık. Bu arada söyle bir dip not tutmak gerekir ki, Avustralya’da akla geldik gelmedik bir suru yerin adi İngiliz kraliçeleri, komutanları, valileri vb adları ile dolu. Gördüğünüz üzere pazarın adı bile. Akla gelebilecek her turlu gıda maddesi burada satılıyor anladığımız kadarı ile. Savaş önce biraz isteksizdi ama sonra biraz da olsa alışveriş yaptık. Kim derdi ki ince bulgur ya da kirik buğday bulmak bizi bu kadar sevindirsin. Ülkemizin tarzında pazarda; ya da hal demek daha doğru olur; dolaşmak pek hoşumuza gitti. Zavallı annem beni Ulus pazarına götürdüğünde oysa ona ne kadar da çok zorluk çıkarırdım. Daha sonra bu sefer klasik resim ve diğer görsel sanatların sergilendiği ulusal galeriye gittik. İste buraya vardıktan hemen sonra son güne ve görece az zamana bıraktığımıza gerçekten pişman olduk. Birçok boyumuzca yapılmış Avrupalı ressamların çalışması ve gezilebilecek dünya kadar salon. Gözlerimiz bayram etti. Ayrıca karşımıza çıkan eski oda müziği ve dans gösterisi de cabasi idi. Tam olarak bütün bölümleri gezmeye fırsatımız olmadan çıkmamız gerekiyordu. Çünkü bir çift arkadaşımız bizi bekliyordu. Onlarla bir kafede oturup şehrin üniversite bölgesini gördük.

Artik Melbourne’daki son günümüz ve bize donuş yolu görünüyordu. Şimdilik hoşça kal kış ve serin hava. Kalın kıyafetlerimizi valize doldurup havaalanına doğru yola cıktık. O günümüz sırf yolculukla geçti diyebilirim. Aksama doğru iste yine Cairns’de ve sıcak havalar bölgesinde idik. Otelde odamıza yerleştik.

Cairns’de son günümüzde Savaş’çığım şehirde halledilebilecek bazı islerini halletmekle çabalarken ben deniz kenarında inşa edilmiş dev havuzda yüzüp güneşlenerek geçirdim. Daha sonra tüm iyi niyetimizle biraz alışveriş yapmak istedik ama hala kendimize uygun hoşumuza giden şeyleri burada bulup almak konusunda zorlanmaktayız. Aksam biraz daha Çin mutfağının hazır yemeğe dönüşmüş sekliyle karnimizi doyurduk. Deniz kenarı güzel şey doğrusu, otelin içinde dolaşırken havuzun hala ılık olduğunu fark edince ben tabii hemen havuza girdim. Akşam çok güzel oldu yüzmek.

İşte her güzel şey gibi bu tatilinde sonuna geldik arabamızla dönüş yolu başlıyor. Ve yine bos, uzun ve zorlu yollarda direksiyon sallayıp evimize ulaştık.

Yazı : Fatma Şahin
Fotoğraflar : Savaş Şahin
Gezi Tarihi : 2005

10 Şubat 2012 Cuma

Vietnam Seyahati



Ho Amcanın Şehri;

 
Seyahatimizin bu aşamasında Vietnam sınırına geldiğimizde kalbimiz ve bedenimiz Kamboçya’da geçirdiğimiz 5 günün anılarıyla tamamıyla yüklü idi, yine de önümüzdeki 3 günlük Saygon gezisi için tam gaz enerji dolu idik. Sınırdan geçişimizin bir önceki Kamboçya siniri tecrübesinden kat be kat kolay olmasının mutluluğu ile otobüslerimize binip yolumuza devam ediyoruz. Biraz daha yeşillik biraz daha pirinç tarlası ve tabii ki biraz daha hoş hostesimizin sunumu, oh bee ne de zevkli bir yolculuk. Hostesimiz belli aralıklarla bize hem Khmer dilinde hem de İngilizce açıklamalarda bulunuyor. Bu uzak doğulu mini mini tatlı mı tatlı kızlar benim gönlümü gerçekten fethettiler. İnsan çocuk gibi sevmek istiyor bu kızları. 

Bir kaç saat içinde Saygon’a ulaşıyoruz. Saygon’un şimdiki resmi adi Ho Chi Minh City ama hala birçok kişi günlük yaşamında bu ismi kullanıyor. Vietnamlılar için Ho Chi Minh kimse bizim için de Atatürk benzer bir kişilik. Devrimin lideri olmuş ülkeyi Fransız sömürgecilerinden kurtarmış vatansever ve sosyalist bir lider, Amerika ile savasın ilk yıllarında da hala hayatta ve ülkesinin başında imiş.


Saygon ülkenin en büyük ve ticari olarak en aktif şehri. Sosyalist bir ülkeye geldik, bu şehirde nelerin bildiğimiz kapitalist sistemli mekanlardan farklı olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Doğrusu şehrin genel çehresinde bize ipucu verecek hiç bir şeye rastlamak mümkün değil. Tabii ki dış dünyanın baskısına bir yere kadar dayanabilmişler. Daha sonra yabancı sermayenin ülkeye, özellikle de Saygon’a akısına engel olamamışlar. Son moda, hatta hijyenik görünen alışveriş merkezlerini şehrin zenginleri ya da başka ülkelerden gelen ticaret insanları dolduruyor. Dünyanın pek çok büyük markası köşe baslarını ve büyük reklam afislerini kapmış bile. Aslında Bangkok’a yaklaşan bir ticaret ve alışveriş merkezi olma yolunda. Dahası her markayı her fiyata bulmak mümkün ve uzak doğunun olmazsa olmaz ipek ürünleri, hediyelik eşyalar ve daha neler neler, almamak için caba harcamalı insan. Bir mağazaya giriyorsunuz elbiselere bakıyorsunuz sonra diyorsunuz ki bunlar bana çok küçük gelir. Satıcı bayanın cevabi ise ‘Hiç sorun değil yarına bedeninize uygun elbiseyi hazır ederim’ Vallahi ben diktirdim, ve ispat edebilirim!! Hatta internetten uluslararası müşteri bulan terziler olduğunu da duydum. Belki biraz araştırmakta fayda var.

Saygon’un sokakları başlı başına ayrı bir hikaye. Tahminimizce Vietnam 80 milyonluk nüfusu ile dünyanın en fazla mobilet-motosiklet kullanan ülkesi. Caddeler ve sokaklar 90% oranında mobiletlerin. Geriye kalan 10’luk kısımda ise lüks arabalar içindeki sürücüler kendilerine karmaşık trafik içinde yol açmaya çalışıyorlar. İnsanların mobiletlerin üzerindeki rahatlığını izliyoruz. Gencecik kızların skooterların üzerindeki duruşları, bir ailenin bir motora sığışabilme becerileri kavşaklarda yoğun trafiğin içinden yağ gibi süzülüp gitmeleri ve bulunduğumuz süre içinde değil bir ciddi kaza en ufak soruna bile şahit olmamamız hayranlık verici. (Aslında ben biz şahit olmadık ama hastaneler motosiklet kazalarında yaralananlarla dolu diye okumuştum ki bunu ya yazmalıyım). Eşim Savaş’a şöyle bir yorum yapıyorum, ‘bu motorlar şahane aile planlaması yöntemi, ne de olsa bir motora 4 kişiden fazlası binemeyeceğine göre daha fazla çocuk yapmak kimse istemez” Sadece bir kere beş kişilik bir ailenin bunu başardığını tespit ettim. Anne babası arasında sıkıştırılmış ufaklıklar ise bu şehrin dünya tatlıları. ‘Cyclo’ların Vietnam’a özgü araçlar olduklarını okumuştuk ancak çok yavaşlar ve zaten çok kalabalık olan trafiği yavaşlattıkları için yıllar içinde sayıları bir hayli azalmış. Zaten ilk ve tek denememiz sonunda cyclo şoförlerinin basit turist kandırmaca yoluna gitmeleri bizi hayal kırıklığına uğratınca bizim de tecrübemiz devam etmedi. Bu durumda uygun düşecek bir uyarı yapayım: Cyclo, tuk-tuk gibi araçlara binerken pazarlığı muhakkak baştan yapmak gerekiyor. Hem de açık ve net bir şekilde. Fiyatın hangi para biriminde olduğunu bile netleştirmek gerekiyor ki bu bizim başımıza geldi o nedenle yazıyorum.

 


Hazır yollardan bahsediyorken ekleyeyim, üç gün boyunca mobilet kullanıcılarını gıpta ile izledikten sonra cesarete geliyor ve bir tanesini kiralıyoruz. Aman Yarabbi iste biz de ayni yollarda araç kullanıyoruz. İlk yarım saat biraz bocalama devresinde tabii biraz tedirginiz, ilk bir kaç kavşaktan nasıl geçtiğimizi kendimiz bile anlamıyoruz, ama bolca yürüyerek geçirdiğimiz günlerde biraz da olsa trafiğin ruhunu kapmışız ki insan kendini isin akısına tahmin ettiğinden daha kolay kaptırıyor. Sonraki 5 saat boyunca neredeyse hiç durmadan caddeler sokaklar nereyi bulursak geziyoruz. Şehir merkezinden ayrıldığımızda artik civardaki tek turist olarak kaldığımızı fark edince standart güvenli alanların dışına çıkabilmiş olmanın haklı gururu içimi dolduruyor, hele bir de sadece motorların girebileceği kadar dar sokaklara girdiğimizde iste hakiki insan ve yasam manzaraları ile baş başayız. İki üç katlı evlerin her birinin altında envai çeşit minik dükkanlar, birinden et al hemen yanından da cep telefonu. Kısacası iyi ki cesaret edip de binmişiz motosiklete, muhtemelen bunu yaşamasak tatil boyunca sahip olacağımız en büyük hayal kirikliği olurdu.

Saygon’da ilk ziyaret ettiğimiz yerlerden biri, Yönetim Binası, Vietnam Kuzey – Güney olarak ikiye ayrıldığı zaman Güney yöneticilerini ağırlamış. Çinli bir mimarin özenli dizaynının dış cephesinde pek çok Cin alfabesinden esinlemeler bulmak mümkünmüş , tabii açıklamalar olmadan bunu bizim anlayabilmemiz imkansız. Tarihi sadece 30 kusur yıllık, her ne kadar güney Vietnam sosyalist değilmiş ancak iç mimari öylesine alışılagelmemiş şekilde ve öylesine kendine has ki, ancak şöyle yorumlayabiliyorum; bir açıdan bakıldığında çok sıkıcı ve soğuk ama başka bir bakış acısı ile son derece orijinal. Bahçesinde duran iki tankla 1974 yılında Kuzey Vietnam Güney’i bu binayı işgaliyle alması ile ele geçirmiş ve bünyesine katarak tekrar tek bir ülke olmayı başarabilmişler.


Her ülkenin ilk bakışta göze çarpan bir simgesi, ya da halkının birincil olarak değer verdiği bir kavram var. Örneğin Bangkok’a gittiğiniz ilk gün kaçınılmaz olarak Krallarının ne kadar sevilip değerli olduğunu anlıyorsunuz, ya da Kamboçya’da eski Khmer medeniyetinden duydukları gururu her yerde hissetmek mümkün. Vietnam’a gelince ise zaten tahmin etmesi güç değil, ülkenin gelen sosyalist devrimle birlikte başlarına musallat olan önce Fransız sömürgecileri, sonra da Amerika devini, gösterdikleri olağan üstü mücadeleler ile ülkelerinden atmış olmaları. Bu gururu hem sokaktaki vatandaşta hem de gündelik hayatlarında hissediyoruz. İnsanlar selam vermek amacıyla el sallamak yerine sadece zafer işareti yapıyorlar. Gittiğimiz her turistik noktada bizlere dobra dobra propaganda filmleri izletiyorlar.

Çok doğal olarak ziyaretçilerin en çok uğradıkları yerler de Amerika Savası (çünkü orada kimse Vietnam savası demiyor, tabii ki demeleri oldukça saçma olur) ile ilgili müzeler. Kamboçya’dan sonra kalplerimizi ağırlaştıran, bizleri kedere boğan acı dolu tecrübeler tekrar başlıyor. Tekrar zalim insan hikayeleri, resimleri, eski makaleler ve beceriksiz ve niye buraya gelmiş olduklarının cevabını bile yitirmiş Amerikan askerinin zaman içinde nasıl da her bir vatandaşı düşman görmeye başlamaları, köy halklarına yaptıkları her nevi zulümler katliamlar. Ucu bucağı gelmeyen korkunç hikayeler. Derken biz zaten bol bol eleştirdiğimiz Amerikan politikasına biraz daha düşman olduk bile.

İste savaş ile ilgili ufak tefek notlar. Savaş’ın sözde ya da gerçek başlama sebebi komünizmle mücadele. Aslen vaktiyle kurdukları baskı ile ayırdıkları Güney Vietnam’ın basına düzmece bir darbe ile getirttikleri bir komutanı halk içindeki komünist gerillalara karşı korumak. Bu gerillalar ise birçok Amerikan filminde adi gecen Viet Cong’lar. Amerikalı askerler ülkede 10 yıl savaştılar. Daha çok Güney Vietnam’da savaştılar, Kuzey’e girmeye çekindiler çünkü Çin siniri olası bir saldırıya karsı askerle yüklüydü. Savaş ilk olarak savaş uçaklarının yoğun bombalaması ile başlamış ve sadece Güney’e değil, Kuzey de bombalanıyor, hatta Kamboçya ve Lagos da. Atılan bombaların toplam miktarı iddialara göre bütün dünyada İkinci Dünya Savası sırasında atılanların iki kati. Yani akil almaz bir bombalamadan bahsediliyor. Savaşta 2 milyon kadar sivilin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor; mayınlar ve kimyasal silahlar sebebiyle hala acı çeken hatta hayatini kaybeden insanlar var.

Yukarıda da belirttiğim gibi insanlar bu savası kazandıkları için gururla yaşıyorlar. Ayni savaş sırasında kullanılan tünellerin olduğu, daha doğrusu resmen savasın geçtiği Chu Chi adli bölgeye bizi götüren turist rehberinin son olarak gururla dediği gibi ‘Bu savaşı Vietnam kazandı’. Tünelleri ve civarını gördüğümüzde halkın ve askerin nasıl bir mücadele verdiğini ne kadar büyük özverilerde bulunduğunu çok daha iyi anlıyoruz. Anlatıldığına göre gezdiğimiz alanın altı sayısız birbirine bağlanan tünellerle dolu imiş. Simdi pek çoğunun ağzı kapanmış ya da çökmuş dıurumda; zaten son derece küçük ancak minik yapılı uzak doğulu insanların içinden sürünerek geçebilecekleri kadar dar tüneller imiş. Kimileri bu tünellerde uzun zamanlarını geçirip yemeklerini yeyip uyurlarmış bile, bunaltıcı, sıcak ve tozlu havasına rağmen hayatta kalmanın tek yolu olarak görmüşler bu tünelleri. Biz ziyaretçiler için sadece bir tane geniş olanı acık halde duruyordu. Sadece 10 metre kadar uzunluğu olan tünelde iyice çömelerek geçilebiliyor. Tabii ki eskiden kullanan savaşçıların neler yasadığını anlamak için hiç de yeterli değil ancak kavisli tünelde biraz daha ilerleyip de her tarafın zifiri karanlık olduğu kısa bir ana geldiğimde azıcık da olsa hayal etmeye çalıştım. Ayni alanda birçok kapan ve ilkel yollarla üretilen silah örneklerine rastlıyoruz. Bir savası kazanmak için asil gerekli olanın vatansever yürekler olduğunu gözlerimizle görüyoruz.
















Chu Chi tünellerine gidiş yolunda gezimiz için oldukça orijinal bir başka turistik aktivite de Chai Dai (En yaklaşık anlamı yüksek seviye, Tanrının seviyesi gibi) adlı bir dine mensup insanların en büyük tapınağını ziyaret etmek. Hayatımda duyduğum ve muhtemelen dünyadaki en orijinal dinlerden biriyle tanışmak üzereyiz. Bu din basta Budizm, Hinduizm ve Hıristiyanlık olmak üzere birçok büyük dinden esinlenmiş. İbadetlerinde bir taraftan mum yakarken diğer taraftan meditasyon ve namaz arası kendilerine özgü hareketler yapıyorlar. İbadetleri sırasında söylenen ayinleri ayni dili konuşan insanlar bile anlayamıyorlar. Acaba anlayabilen bir kimse var mı diye şüphe ediyoruz. Mabetleri cıvıl cıvıl her türlü renk ve figürle dolu. Dahası da var, peygambercesine saygı duydukları üç tarihi isim var. Biri Çinli bir şair Sun Yat-sen, diğeri Vietnam tarihinden önemli bir isim olan Nguyen Binh Khiem ve en büyük sürprizi sona bıraktım Fransız şair Victor Hugo da üçüncü azizleri. Her gün belli bir saatte tapınağa gelip bir arada yaptıkları ibadeti turistlerin balkonlardan izlemesi serbest. Çevremdeki turistlere bakıyorum. Kimisi ne kadar da ciddi istisnasız fotoğraf makineleri deli gibi çalışıyorlar. Modern hayatımıza pek de uygun; bir saatte hızlı tinsel yükleme. Tamam başkaları adına yorum yapmak doğru değil ama doğrusu ben kendimi bir tiyatronun ortasında gibi hissettim. Ve insanların bu tiyatroyu ömür boyu yasamalarını anlamakta zorlanıyorum. Ama her dinde olduğu gibi işin özü huzuru mutluluğu bulmaksa ve bu insanlar bu şekilde hedeflerine ulaşabiliyorlarsa ne hoş onlara…





Vietnamda seyahat ederken sabahın altısında kalkıp da parklarda yürüyemediğim için bu uzak doğu insanlarının gerçekten sabah sporlarına yatkın kişiler olup olmadıkları konusunda yorum yapamayacağım ama aksam saatlerinde rastladığımız orijinal bir oyunlarına şahit olduk, hatta biraz denedik bile. Badminton topuna benzer hafif bir topu ayakları ile birbirlerine tekmeyle atıyorlar. Top havaya önce hızla uçup sonra yavaşça aşağı doğru süzülüyor. Karşıdaki kişi topu kaçırırsa ona beş kere mekik cezası var. Parkta önce bu oyunu oynayan bir aileyi hevesle izledikten sonra yavaş adımlarla yakınlarına sokulma girişimlerimiz fazlasıyla kabul görüyor. Ben cicili bicili ayakkabılarımı eskitmek istemezken Savaş içlerinde bir oyuncu oldu bile, tamam iyi kötü tekme atmak o kadar sorun değil de cezalara geldikçe yavaş yavaş Savaş’ın alnında ter taneleri oluşmaya başlıyor. Yine de ilk sefer için kötü olmamanın tesellisiyle aksamı bitiriyoruz. Ertesi aksama ayni oyun için başka acemiler bulduğumuzda hepimiz daha mutluyuz. “Süper bir sokak oyunu kesinlikle Türkiye’de de oynanabilir” tarzı geyik muhabbetleri ile bu oyun maceramızı yaşıyoruz.

Saygon ve çevresinde 3.5 gün geçirdikten, Bangkok’tan buraya kadar 100’lerce km.’yi günler boyu karadan takip ettikten sonra öyle hissediyoruz ki bir uçak yolculuğunu hak ettik. Bangkok’a dönüşümüzü uçakla ortalama iki saatte yapacağız. Halbuki bu yolu karadan toplam bir günde (20 küsur saatte) yapmıştık. Şanslıyız çünkü günlerdir sıkılıp bunalan hava tam da biz havaalanına girdiğimizde yağmur olarak çözülmeye başladı. İçimde tatlı bir yorgunluk var. Gördüklerimi, tecrübe ettiklerimi hazmetmeye ise daha yeni başladığımın farkındayım. Vietnam’ı gezip de çok seven birçok insana rastladım ya da okudum. Her ne kadar ülkenin tümünü henüz görememiş olsam da ben de bu ülkeyi çok sevdim. Bir seyyah benzer bütün ülkeler gibi Vietnam için de sarf edebilir su kelamları: ne kadar güzel bir tabiat ya da kalabalık ve karmasa içinde kendine has uyuma sahip. Öte yandan yabancı markaların her yerde oluşuna, askıntı olan seyyar satıcılara dair serzenişte bulunabilir. Ama tam olarak Vietnam’a özel olan bir şey var ki daha önce de elimden geldiğince yazmaya çalıştım. Biraz fakir, kalabalık, kendi halinde hayatlarla dolu bu ülke, gururuyla yaşıyor. Onların bu gururu öylesine yoğun ki bunu bir gelinin gülen gözlerinde selamlaşırken görmek de mümkün…


















Yazı : Fatma Şahin
Fotoğraflar : Savaş Şahin
Gezi Tarihi :  Ocak 2008





9 Şubat 2012 Perşembe

Kamboçya Seyahati



Kamboçya sınırından geçiş yaptıktan sonra Kamboçya’nın içlerindeki Siem Reap’a gitmek için otobüs beklediğimiz salonun önünde oldukça şaşkın ve ne yapacağını bilmez bir şekilde dikiliyorum. Önümdeki yol ülkenin ana yolunun tam olarak başlangıcı olsa da bu haliyle buna yol demek pek mümkün değil; tozlu ve büyük çoğunlukla mobiletlerin belli bir kural olmaksızın her tarafa doğru vınladığı düz toprak bir genişlik. Bina kuytularına istif edilmiş çöpler hiç toplanmamaktan her tarafa dağılmışlar. Ve ben bir yandan ne taraftan geleceğini anlayamadığım araçların kornaları ile irkilirken bir yandan da yeni ayakkabılarım kirlenmesin diye adımlarımı tane tane basıyorum… Son bir saat içinde bir zaman tünelinden geçtiğimizi hissediyorum. Peki bizim burada ne isimiz var? Burası Kamboçya, yakin tarihin gördüğü en büyük soykırımlardan birinin olduğu, dünyanın en fakir ülkelerinden biri…



Kamboçya’ya girişimiz Bangkok’dan bindiğimiz otobüsle Tayland sınırından oldu. Ne yazık ki vize alma işimizi sınıra bıraktığımız için, orada rüşveti gelir kaynağı haline getirmiş resmi görevlilerden en az zararlısını bularak ve birkaç saat sıra beklemekle uğraşarak ancak iki üç saat sonra kendimizi sinirin öte tarafına atabildik. Sınırı geçtikten hemen sonra ise 140 km. ötedeki Siem Reap şehrine gidebilmek için otobüs bekliyoruz. Otobüs biletini alırken bu yolu 5-6 saatte alacağımızı öğrenmiştik ama mesafenin bu kadar az olduğunu öğrenince insanın kafası haliyle karışıyor. Kendi kendimize ne yani saatte 30 km. mi gideceğiz diye olanaksız bir şeymiş gibi soruyoruz. Birazdan da anlayacağımız gibi, evet öyle olacak. Bir hayli mütevazı otobüsümüzle yola çıktığımızda daha ilk bir kaç dakikada yolun hiç asfalt olmadığını yine de sürekli çalışmalar olduğunu ve hala araçların her istikametten gelip gittiğini fark ediyoruz ve kafalarımızı 6 saatlik ilginç bir yolculuk için hazırlamaktan başka çaremiz kalmıyor. Olsun her şey ne kadar ilginç geliyor bize, inanılmaz toza rağmen ne kadar da gayretle camları açıp her şeyi görüp algılamaya çalışıyoruz.

Ara ara karşımıza çıkan derme çatma evlerin her tarafı toz olmuş girişleri arasında gördüğümüz ufak tefek insanlara gayretle bakıyorum. Bu kadar tozun arasında ne kadar da doğal görünüyorlar. Hatta şimdiden geçtiğimiz ufak tefek kasabalardan birinde bir mola versek de bakımsız evlerine tezat süslü girişleri olan sokaklarda yürüyüşe çıkabilsem diye içimden geçiriyorum. Her mahalle veya köyün giriş yolunda ortamla tezat oluşturacak gösterişte kapı benzeri yapılar var. Ve onca bol düz yeşillikler ve olmazsa olmaz pirinç tarlaları, minik göletlerde balık tutmaya çalışan insanlar, dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da muhteşem gün batımı. Dahası da var, araçların direksiyonlarının ne tarafta olduğunu tahmin etmeye çalışma oyunu, ne de olsa Tayland’da direksiyonlar sağdaydı bu ülkede ise solda. Kısacası her çeşit ve ülkeden araçla paylaşıyoruz yolu. Biraz daha karanlıkta gidelim, Siem Reap’a az kaldı. İnsanlar yavaş yavaş dökülmeye başladılar. Uyuklayanlar koltuklara gömüldüler ama benim hala hiç uykum yok. Şoförün muaviniyle biraz sohbette balık tutanların yağmurlar yağdığında da kurbağa topladıklarını öğreniyorum. Kurbağa etinin doğru pişirildiğinde çok lezzetli olduğunu da; ama teşekkür ederim ben yine de koyun ve dana etine talim etsem benim için daha hayırlı olacak.

Yolculuğun rehavet çökmüş son dakikalarına geldiğimizde ansızın Siem Reap girişinde bir senlik canlandırıyor hepimizi. Neyi kutladıklarına hayret ediyoruz, sonra bizim muavinden bu şenliklerin her yıl 7 Ocak’ta, halkın Vietnamlılar tarafından Kızıl Khmerlerden kurtarılmalarının yıl dönümünü kutladıklarını öğreniyoruz. Şehre gelmemizle birlikte zaman makinesi aniden tekrar günümüze donuyor hatta belki birazcık da ileriye, çünkü aniden iki yanımızı dev lüks oteller kaplıyor. Bu kadar çok ve şatafatlı oteller cennetinin sebebini anlamak için kısa bir dipnot; Tayland’da kumar yasak ve bu büyük ve lüks otelleri sadece tarih turizminin besleyemeyeceği de aşikar, belli ki burası Türkiye’nin Kıbrıs’ı olmuş. Bizim otelimiz o kadar şatafat sahibi olmasa da gayet hoş, yarına hazır olmak için hop yatağa, yarin Angkor Wat gezilecek…

Angkor Wat, ortalama bin yıl kadar önce bölgenin süper gücü olmuş Khmer’lerin başkenti. En dehşetli tarihi yapıların odak noktası. Daha otel kapısında bekleyen tuk-tuk’çular saatlerce bizim hususi şoförümüz olmaya amade bekliyorlar. Biraz pazarlık işte tıngır tik-tik yoldayız. Tuk-tuk ne midir, önde bir şoför motosiklet benzeri bir aracı sürerken ona bağlı yanları acık oturaklarda müşteriler gidiyor. Herkes adının sesinden kaynaklandığını soyluyorlar ama bence adi tik-tik olmalıydı, herr neyse. Heyecanlıyım çünkü daha önce hep Anadolu tarihi eserlerini gördüm, Avustralya’da ise böyle tarihi yapılar ne gezer. İste simdi oldukça farklı tarzda yapılar görmeye hazırız. Angkor Wat aslında buradaki birçok şey gibi anlatılmaz yaşanır. Ancak belli başlı dikkati çeken detaylardan bahsedebilirim. Okuduğumuz kaynaklarla uyumlu olarak gözlemlerimize göre Khmerler büyük mimarlar değiller, yapılar bizim alışageldiğimiz mimari eserlerden daha basit tekniklerle inşa edilmiş, ama bunu kapatan çok önemli özellikleri büyük tas ustaları olmaları. Her ne kadar yapıların içine girip de tasların ne kadar hoyrat dizildiklerini görsek de dışarıdan daha da önemlisi uzaktan bakıldığında son derece heyecan verici ve görkemli görüntüleri var. Duvarlar bitmek bilmeyen eski hikayelerin anlatıldığı oyma işlemelerle dolu. Şimdilerde Kamboçya’da ağırlıklı din Budizm ama o zamanlar toplumun esas etkilendiği Hint kültürü imiş, hikayeler, heykeller hep eski Hint masalları ve efsaneleri ile dolu, aslında hikayelerin özü hep aynı, iyi ile kötünün savası; bol bol normal insanlarla garip yaratıkların savaşları resmediliyor. Ama tabii ki 50-100 metre




 boyunca bu savaş sahnesinin doldurulduğunu görmek muhteşem bir etki yaratıyor ziyaret edenlerin üzerinde. Khmer imparatorluğunun şöyle de tezat bir yasam hikayesi var. Hint kültüründen etkilenildiği ilk yüzyıllarda, krallar kendilerine ilahi anlamlar verirlermiş. Bir nevi tanrı Isva’nın dünyadaki temsilcisi ki halk böylesi bir varlık için ne kadar çalışsa azdır. Zaten bu mantıkla dev tapınaklar çarpıcı yaşam alanları oluşabilmiş. Ama bundan da önemlisi tarihin en önemli sulama sistemleri de ayni halkin özverili çalışması sayesinde ortaya çıkarılmış ki bu şekilde bölge pirinç kazanı haline gelmiş. Buğday Anadolu için tarih boyu ne olmuşsa pirinç de Doğu Asya için aynı vaz geçilmez öneme sahip. Yani bol üreten güç sahibidir. Ancak ne zaman ki basa Budist bir kral geçmiş ve toplum da yavaş yavaş Budizm’i esas din olarak benimsemeye başlamışlar, artik kralların eski gücü kalmayınca halki da eskisi gibi şiddetle çalıştıramıyorlar. Daha az is gücü daha kotu sulama daha az pirinç daha az güç derken imparatorluk gerilemeye başlıyor. En azından tarihçilerin yalancısıyız, gel gör ki totaliter rejimin etkili olduğu bir sistem garip değil mi?


          
Khmerler’in eserlerini 3 gun sabah aksam gezenler de var, zira esrler derken bir iki saraydan bahsetmiyorum aslında. Çok geniş bir alana yayılmış sayısız mimari yapıdan bahsediyorum. Kimisi biraz daha küçük kimisi biraz daha büyük ve görkemli çeşit çeşit yaplar kilometrelerce alanı kaplamış durumda. Sanıyorum günümüz eserleri içinde dünyanın harikaları arasında kesinlikle yerini alabilir.  Ancak bizim için 1.5 gun Siem Reap’ta yeterliydi, aslında bu kadar bir süre planlamıştık. Ertesi gun sabah erkenden tekneyle yapacağımız seyahat için Tonle Sap nehrinin kıyısındaki balık pazarına ulaştık. Teknemiz bizi bekliyordu, çevresi ise geceden balıklarını toplamış balıkçı kayıkları, salları, balık satanlar ve alanlarla doluydu. Balıkları nehir kıyısındaki küçük teknelerinden hemen ilerideki küçük kulübelere satmak üzere taşımakla meşguldüler. Bilerek ya da bilmeyerek meraklı turistlere bol bol poz veriyorlardı. Önümüzde 5 saatlik harika bir nehir gezisi bizi bekliyor, sonra Kamboçya’nın başkenti Pnom Penh’e varacağız. İşin en harika kısmı teknenin üzerindeki düz alana çıkıp kendimizi açık havanın rüzgarına ve güneşine bırakmaktı. Harika yeşillik manzaralar, ucu nehire dayalı yöreye özgü evler ve teknelerden, kıyılardan, hatta okullardan bizi görüp de el sallayan çocuklar, dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da coook tatlılar. Kabul ediyorum rüzgar ve güneş çarpmaya başladı bile ama biraz daha dayanmak istiyoruz, biraz daha tadını çıkarmalıyız. Yanan suratımızla ve kazan olmuş kafamızla sonra da ilgilenebiliriz.



İnternette wikitravel’da Pnom Penh’i okuyanların ilk karsısına çıkacak mesaj bir nevi uyarıdır; “Bu şehir başka Uzak Doğu Asya ülkelerine gitmiş turistler için bile zorlayıcıdır. Kendinizi toparlanmaya çalışan ve hala pek çok bölgesi derbeder bir şehirde bulmaya hazırlayın”. Ve çok haklılar, burası kesinlikle standart turistik yaklaşım anlayışı içinde yer alamaz, Gerçi bu yorum ülkenin her yeri için geçerli aslında. Bu sefer daha tedbirliyiz. Otelimize yerleştikten sonraki ilk isimiz bir sonraki durağımız olan Vietnam için vizemizi almak oldu. Her ne kadar buraya gelen seyahatkeşler şehri ayrıntısıyla tanıma merakı içinde olsalar da, yine de şehir turistlerin çoğunu belli bölgelere atıyor. Nehir kenarındaki büyük ve uzun cadde (İzmir’in kordonu gibi) bir çok kafesi, masaj salonu ve alışveriş yeri ile tam olarak turistlerin gözde mekanı. Burada da bol miktarda yöresel yemeklerden tatma imkanı bulabiliyor ziyaretçiler. Ve sayısız sokak satıcısı, dilenciler, tuk tukçular yakanızı bir an olsun bırakmıyor.

                                                      

Şehrin kraliyet sarayı da yine ayni sokağın bir ucunda yer alan klasik bir turistik nokta. Tipik Güneydoğu Asya stili yapılarıyla oldukça güzel bir yer ancak genel sefaletten kendi payına düşeni almış. Ayakta olabildiğince hoş durabilmek isteyen binalar, yıllar içinde Fransızların başa getirdiği krallara ve ailelerine ev sahipliği yapmış. Su anki kralın başa geçişi için yapılmış törenlerle ilgili bol miktarda bilgi fotoğraf maketler vs, yine de beni pek heyecanlandırmaya yetmiyor. Ne kadar da içi boş unvanlar olduğunu bilirken etkilenmek ne mümkün. Saray her devrim sonrasında olduğu gibi Kızıl Khmerlerin eli kanlı liderlerini de konuk etmiş.

Kraliyet Sarayı’ndan sonra hemen karsısındaki sokakta bulunan sayısız ipek mağazaları daha heyecan vericiydi benim için, giderek bastıran sıcak ve biraz da rutubete rağmen hemen hiçbirini görmeden kaçırdığımı sanmıyorum. Bu arada hatırlatayım, bu sıcakları biz bölgenin kışında yasamaktayız. Aslında bu diyarlarda 4 mevsim yaşandığı söylenemez. Kıs ve yaz olarak ayıracak olursak, birincisi normal sıcaklar ve daha az rutubet, neredeyse hiç yağmur yağmıyor. İkinci mevsim ise çok sıcak, rutubetli ve çok fazla yağmur var. Nisan – Ekim ayları arasında buralara tatil hiç tavsiye edilmiyor.

Pnom Penh’de yeni bir güne başladık. Simdi ise yeşillik bir alanda yavaş yavaş dolaşıyoruz. Ağaçların arasından son derece hoş görüntülü bir gölet çıkıyor karsımıza. Kuşların konduğu nilüferlerin açtığı yeşillikler içinde huzur dolu bir ortam. Eskiden buralar meyve bahçeleri imiş, ama biz buraya tamamıyla başka bir sebepten geldik ve bütün bu dingin manzaraya rağmen ne ben ne de çevremdeki hiç kimse huzur içinde değil. Pol Pot’un “Killing Fields (Ölüm Tarlaları) ismiyle bilinen işkence ve soykırım alanındayız. On dakika kadar önce belki de bu seyahatim boyunca beni en çok etkileyen anı yasadım. Daha bir kaç metre arkamda kule gibi bir anıtın içi kat kat kuru kafalarla dolu, kafamı kaldırdığım anda karşımda daha ben küçük bir çocukken yasayan birinin kafatası ile burun buruna geliyorum. Bu insanlar Kızıl Khmer’lerin kurbanları. Her adımda bir başka korkunç hatıra var. Çevremiz toplu mezarlardan kalma çukurlarla ve bu çukurlarda daha 30 yıl önce katledilen ve gömülen insanlardan kalan elbise ve bez parçalarıyla dolu. Başka bir kösede camekan içinde kurbanların üzerinde hala sağlam kalmış kıyafetler görülüyor. Hele çığırtkanın ağacına ne demeli; tam bu ağacın bulunduğu noktada işkence sırasında çıkan sesleri bastırması için bir kişi çok yüksek sesle şarki söylermiş. Biz turistler ise afallamaktan çarpılmış suratlar, ya irileşmiş ya da kısılmış gözlerle dolaşmaktayız.

                                    




Kızıl Khmerler 1975 yılında yönetimi ele geçirdiler. Bu tarihten önceki yıllar içinde ise Fransa’nın, Amerika’nın ve onların elinde şişirilmiş asilzade (!) bozuntusu ailelerin elinde köylü halk ezilip fakirleşiyor. İçlerindeki nefret ve hınç büyüdükçe komünist gerillalar haline gelip ormanlara çekiliyorlar. Sonuçta fırsatını bulunca başlarında Pol Pot gibi ne istediği tam belli olmayan çılgın liderlerin arkasında bu gerillalar dalıyorlar şehirlere. Uydurma sebeplerle bütün şehir insanlarını taşralara atıp pirinç tarlalarında çalıştırmaya zorluyorlar. Hani bu kadar zaman rahat etmiş ya şehirliler simdi çalışma sırası onların, ama zamanla işler çığırından çıkıyor ve histeri krizleri içinde en ufak şüphede düşman gözüyle bakılan herkesi zulmedip öldürmeye başlıyorlar. En tuhaf ve acı verici olan ise bu çılgınlığa tüm dünyanın göz yumması hatta kimi ülkelerin silah ve teçhizatla yardim etmiş olması. Sonuçta halkı bu işkenceden kurtaran Vietnam’ın ülkeyi işgal etmesi oluyor. Sonrasında ise daha mide bulandırıcı olan şey ise Vietnam’ın Birleşmiş Milletlerle Pol Pot ve adamlarının rahat içinde yasaması için masaya oturmak zorunda kalmış olması. Vietnam Pol Pot’un cezalandırılmasını isterken Birleşmiş Milletler buna izin vermiyor ve bu iğrenç adamların çoğu hiç ceza almadan evlerinde ölüyorlar. Bir nevi Amerika’nın Vietnam’dan intikamı.

                                             













Bu kadar tarih bilgisi yeter değil mi ama biz daha bitirmedik zorlu günümüzü, sırada şehirdeki okuldan bozma hapishane var. Binlerce insanın yargılandığı ve idam edildiği S-21 kod adlı bina. 4 yıl içinde buraya getirilen 14 bin kişiden sadece 8 kişi sağ çıkabilmiş Pol Pot zulmünden. Önce buraya getirilip sorgulanan “siyasi” mahkumlar, sorgulama ve işkence sonrasında biraz önce anlattığım Ölüm Tarlalarına götürülüp katlediliyormuş. Ziyaretçileri her yaştan kurbanların çekilen hüzün dolu fotoğrafları karşılıyor. Ve yürekleri yakan sayısız hikayeler... Aynı milletten insanların birbirlerine neler yaptıklarını, yapabildiklerini göstermesi acısından ibret verici bir hikaye Pol Pot hikayesi. 

Kamboçya’dan aldıklarımızı zihnimize, fotoğraf makinemizin müthiş küçük hafızasına ve çantamızdaki ipeklere ve ucuz kıyafetlere ayrılmış köselerine yerleştirdik artık ayrılma zamanı geldi. İstikametimiz biraz daha güneye Vietnam'ın güneyinde bulunan Saygon’a doğru (şimdiki resmi adi ile Ho Chi Minh City- Yani Ho Amca’nın Şehri). Kamboçya’da çok daha uzunmuş hissi veren 5 günden sonra biraz daha düzgün bir otobüs ve söyle böyle asfaltla kaplı yolları görmekle biz sevinmeye başladık bile. Sorunsuz bir yolculuk ve dünyanın en tatlı hostesinin sunumları ile sınıra geliyoruz; “Leydiiiz end centilmin işte Vietnam sınırındayız!”

Kamboçya’da geçirdiğimiz zaman boyunca aklımızda sayısız düşünceler birbirini takip etti durdu. Beynim sanki cam kutudaki bir cıva gibi hızlı bir şekilde oradan oraya gitti geldi… Bazen acıma bazen kızgınlık ve sürekli olarak gördüklerimizi anlama çabası… Sürekli olarak bu halkin yakın tarihte neler çekmiş olabileceğini, nasıl böyle bir noktaya varabildiler, süreç içinde kimler daha suçlu-sorumlu idi ve bunun gibi sayısız soru insanın beyninde dolaşıp duruyor. Ne kadar da rahat hayatlar yasadığımızı fark etmek, buradaki insanların hayatlarıyla yüzleşmek çok çarpıcı bir tecrübe, hazmetmesi ne kadar da zor bir ülke burası. Ama bir o kadar da insanın naif taraflarını ne kadar da törpülüyor, ne kadar da insanin ufku açılıyor, farkında olmadan çok şeyler öğrendiğimizi fark ediyoruz. Hayatim boyunca unutmayacağım 5 gün geçirdiğimin farkındayım. Öyle ya da böyle, her ne kadar etkilenmiş olsak da gördüklerimizden, biz memleketlerimize döneceğiz, kendi hayatlarımızı yaşamaya devam edeceğiz. Aklimizin bir kösesinde bu hayatlar kalsa bile biz alamadığımız eşyalar ıvır zıvırlar ve ufak tefek şeyler için dertlenmeye devam edeceğiz. Bu insanların, bıraktığımız hayatlarını yasamaya devam ettiklerini bile bile... Hayatin en temel ve basit gerçeği...


Yazi : Fatma Sahin
Fotograflar : Savas Sahin
Gezi Tarihi : Ocak 2008

Kudüs Seyahati

Kudüs Gezisi;


Kudüs’e gitmeye karar vermemiz yaklaşık 1 dakika sürdü. Seyahate çıkma iştahımız (bilhassa benim) açılmıştı, oğlumuz Bora’yı babaannelere bırakıp birkaç günlüğüne nereye kaçabiliriz diyorduk. Kış vakti olacaksa güneyde bir yer olsa derken eşim Savaş’ın ağzından “Kudüs nasıl olur?” lafı çıktı. Ve ben havada yakalayıp “Evet evet kesinlikle, muhakkak Kudüs’e gitmeliyiz. Tamamdır bu iş… (ve bu minvalde daha bir çok kelime)” sarf ettim.

Doğal olarak araştırmalara başladık; ancak bu Kudüs’e gitmek o kadar da kolay bir şey değilmiş. Öncelikle uçakla Kudüs’e değil Tel Aviv’e gidiliyor. Orada dillere destan bir nevi şehir efsanesine dönmüş İsrail gümrük kontrollerinden geçiliyor. Vize gerekiyor mu? Eğer pasaportunuzda bir Arap ülkesine girip çıktığınıza dair damgalar varsa zaten vizeyi de unutun. Tel Aviv Kudüs arasını nasıl alacağız. Haberlerde hep çatışmalarla, savaşlarla konu olan yerlere gidiyoruz. Her ne kadar şu dönemde ciddi olaylardan bahsedilmiyorsa da yine de insan acaba tepemize bir bomba düşer mi diye tedirgin oluyor. Bunlar başlangıç soruları idi.

Arap ülkelerinin damgaları olmayan, vize istenmeyen bir pasaport olarak,  Avustralya pasaportlarımızı kullanmak bir çok sorunu atlamamızı sağladı. Havalimanı - Kudüs’te otel arası transferi paraya kıyıp seyahat acentesi aracılığı ile yaptırdık. İyi para ödedik ve ne yazık ki hiç de o kadar gerekli olmadığını oraya gidince anlamış olacağız. Artık uçak biletlerini alalım oteli ayarlayalım tamamdır bu iş yupiii.

Ve yolculuğa çıkma günümüz geldi çattı. Çantalar hazır. Ne kadar uğraşsam da Kudüs ile ilgili bir seyahat kitabı bulamadım ama şükür internetten indirdiğim kitap i-padimizde ve elimde çeşit çeşit çıktılar var. Kutsal mekanlar için gerekli olacak başörtüm uzun eteğim valizimde. Ankara’dan İstanbul’a uçak sabaha karşı 04:30’da acaba sabah 3’e kadar uyusak olur mu falan filan diye düşünürken aman Allah’ım bir de ne göreyim lapa lapa kar başladı.  Çok tedirgin olduk yine de gece yarısı olmadan bembeyaz karla kaplı yollar üzerinde direksiyon sallayarak tam macera yolculuğumuza başladık. Hayatımda ilk defa ana yolların bile bu kadar kar olduğuna şahit oluyorum. Neyse ki hava limanına sorunsuz ulaştık. Ve uçağımız sadece 30 dakikalık bir rötarla kalktı..Bu arada tazyikli alkol ile uçağın komple kardan yıkanması ilginçti. İstanbul’dan sonra Tel Aviv’e de sorunsuz uçtuk. Elimize pasaportlarımızı aldık geçeceğiz kontrolden. Veee sorgu başladı, nereden geliyorsunuz, babanızın adı nedir, babanızın babasının adı nedir, buraya geliş sebebiniz. Telefonlarınız e-mail adresleriniz vb vb vb. Lütfen şu odada bizi bekleyin. Sonra yine sorular sonra yine beklemek. Artık bu süreçte neye baktılar neyi kontrol ettiler bilinmez. Ama biz bekledik işte. Her neyse başka sorun yaşamadan ülkeye giriş iznini aldık. İşte şimdi İsrail’deyiz. Değişik kategorilerde tanımlanabilecek ülkelere gelmek ilginç bir duygu. Tabii burası halkının ortak paydasının din olduğu bir ülke. Buraya yerleşmiş ve hepsinin ortak paydası Yahudilik olan bu insanların kökenleri değişik yerlerden, Rus kökenli Aşkenazi’ler, İspanya kökenli Sefarad’lar, diğer doğu ve kuzey Avrupa’lılar ve daha niceleri burada toplanmış. Türkiye’den de gelenler var tabii. Ten renkleri, yapıları çeşit çeşit ama yine de güçlü bir birlik içindeler. Bu şekilde bir bağ gücü herhalde başka örneği görülemeyecek bir durum.




Lüks !! transferimiz için şoförümüz elinde tabelası ile bizi bekliyor. Araba ile sandığımızdan kısa ve çok daha emniyetli görünen otoyolda Kudüs’e ulaştırdı bizi. Her hangi bir taksiye atlasak pazarlık yapsak da pekala olurmuş; her neyse. Yolda coğrafya sanki aynı bizim memleketimiz gibiydi.  Çok yoğun yerleşim yerlerinden geçmedik. Gördüğümüz yapılar ise Kudüs’te de hep göreceğimiz şekilde Kudüs taşı dedikleri açık renk taşlardandı. Öte yandan takside çalan İbranice müzikler tam olarak Arap müziği idi. Kültürlerin bu kadar yakın bazen de ne kadar uzak olduğuna örnekler zaman zaman karşımıza çıkacak. Otele geldiğimizde acaba daha ziyade yorgun muyuz yoksa aç mıyız diye düşününce fark ettik açlıktan tırmalıyoruz. Hem kim takar burada yorgunluğu, hemen yemek yemeye gidelim. Süratli bir hafif raylı tren bileti almayı öğrenme süreci; trendeyiz; şehir merkezindeyiz; ve güzel bir restorandayız. Hem de karşımızda dillere destan eski şehir bizi bekliyor. Yemek yerken çevreme bakınmaya başladım bile. Garson kızlar hep sarışın. Çevremdeki insanları kategorize etmek de pek zor. Anlamaya çalışacağız ve göreceğiz bakalım…




Düşününce dünyada en önemli şehir neresi diye sıralama yapmaya kalksak, soruya ekonomik açıdan bakanların New York demesini saymazsak sanıyorum Kudüs bu sorunun cevabı olabilir. Burası üç İbrahim’i din için de kutsal sayılan bir yer. Tarih boyunca uğruna çok savaşlar yapılmış, kanlar dökülmüş. Ve yine yüzyıllardır milyonlarca insanın hacı olmak için akın ettiği mekanları barındırıyor. Kudüs tarihte Babillilerin, Romanın, Bizans’ın, Osmanlının kontrolü altına girmiş. Daha sonra 1 Dünya Savaşı ile birlikte İngilizler bir süre sömürge zihniyeti ile kontrolü ele almışlar. 1947 yılında Birleşmiş Milletler içinde yapılan bir oylama ile Yahudi halkına Filistin topraklarının %50’den fazlasının verilmesi oyla kabul edildikten sonra ve 1948’de Arap ülkeleri ile yapılan savaşın yine Birleşmiş Milletlerin araya girmesi ile bazı anlaşmalarla barışla sonuçlanmasından sonra artık bu topraklarda İsrail Devleti de zuhur etmiş. Aslında Kudüs’ün kontrolü Birleşmiş Milletlerde kalmış, hala da öyle ancak İsrail Meclis’i Knesset bu şehri kendine başkent ilan etmiş durumda. Ben şahsen Kudüs’te bulunduğum süre içinde bir İsrail şehrinde olduğumu düşündüm diyebilirim. 

Eski şehrin çekimine karşı durmak zor. Zaten onun için burada değil miyiz? Elimizde sokak haritası en yakındaki Jaffa Kapısından giriş yapıyoruz. Şehir dikdörtgen Osmanlı döneminden kalma surlarla çevirili, 7 tane kapısı var. Surlar içinde kalan alan dört mahalleye ayrılmış. Bunlar Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ve Ermeni Mahalleleri olarak belirlenmişler. Ben gezdiğimiz sıralamaya göre anlatabileceğimi sanmıyorum çünkü biz dolaşırken mahallelerin birine girip birinden çıkarak yaklaşık 2 – 2.5 günümüzü geçirdik. Yaklaşık 1 km2’lik bir alanda nasıl bu kadar dolaşabildik anlamadık ama dolaşılıyor işte. Ama içinde neler var neler... İnsanın aklını havsalasını aşacak yoğunlukta ve derinlikte. Ben bu nedenle mahalleleri sırasıyla yazmak isterim.




İlk olarak Müslüman mahallesinden bahsedeyim. Bu içlerinde en büyük olanı ve kutsal yapılara Müslümanlardan başkaları alınmadığı için de en özel bir yere sahip olanı. Mahallede hediyelik eşya, deri çanta gibi ürünlerin satıldığı küçük mağazalar var. İnsanlar satmak için bize askıntı olmuyorlar ama bir de dükkanlarına girelim başlıyor ısrarlar pazarlık çalışmaları. Müslümanlar için kutsal olarak kabul edilen alan Harem-ül Şerif (Tapınak Dağı) olarak anılıyor; geçişlerden birine yaklaştığımız zaman görevliler “Stop stop stop…” diyerek durdurdular bizi. (Not: Buraya Müslüman olmayanların alınmamasının sebebi kundaklama vakaları ve başka bir olayın çıkma ihtimaline karşı bir tedbir. Vaktiyle çılgın bir Avustralyalının Mescid-i Aksa’yı kundaklama olayı olmuş. Ayrıca iki radikal Yahudi’nin girişimi de olmuş.) İlk gün acele ile tam hazırlıklı çıkmamışım başım açık ayağımda pantolon. Nüfus cüzdanlarımızdaki İslam ibaresini gösterip giriş izni alıyoruz ama ben kapüşonumu sıkıca takıyorum ve kabanımla elimden geldiğinde üstümü örtüyorum ama hala yeterli değil insanlardan eleştiriler alıyorum. İlk gün için kısa bir ziyaretle yetiniyoruz ama ertesi gün bir güzel eteğim, baş örtüm hazır gidiyoruz. Yine sorunsuz girişin ardından rahat bir şekilde gezintiye başlıyoruz. Cami olarak kullanılan başlıca iki yapı var. Altın sarısı kubbesi olan yapıyı çoğunluk kişiler Mescid-i Aksa sanıyorlar ama aslında o diğeri. Bu da Kubbet-üs Sahra; ingilizcesi Dome of the Rock. Bunun tabanında doğal hali ile bulunan dev bir kaya yığını var. İnançlarımıza göre Hz. Muhammed göğe yükselmek için atı Burak’a buradaki taşlardan birinin üzerinden binmiş. Ama birçok kaynak da Mescid-i Aksa noktasından bindiğini söylüyor. Genellersek bu alandaki bir taştan atına binip göğe yükselmiş diyebiliriz. Ayrıca Kudüs Müslümanların ilk kıblesi. Hz. Ömer zamanında Müslümanlar tarafından ilk olarak ele geçirilmiş. İlk defa onun zamanında Hz. Süleyman döneminden kalma kalıntılar yeniden Müslümanlarca inşa edilmeye başlamış. Osmanlı padişahlarından da Kanuni, Kudüs’ü fethetmiş. Onun döneminde de bu surlar ve yeni yapılar inşa edilmiş. Mescid-i Aksa’nın duvarları mavi desenli çinilerle süslü. Mavinin her tonu fayanslara ve duvarları süslemeye çok yakışıyor burada da durum aynı çok zarif görünüyor. Ayrıca memleketimizden geldiklerini bilmek de ayrı bir hava veriyor insana. Restorasyonlar da yine Türkiye’den gelen malzemelerle devam ettiriliyor. Çalışan görevlilerden biri benim Türk olduğumu öğrenince diyor ki “Look at the crescent of Erdoğan at the top of the dome”.




Aslında Başbakan Erdoğan’ın ismi çeşitli ortamlarda karşımıza çıkıyor. Filistinlilerce sevgi ile İsraillilerce de kırgınlıkla (muhtemelen daha ziyade hınç ve kızgınlıkla ama bize kırgınlık kısmını belli ettiler). Bilhassa Yahudi vatandaşlar Türkiye ile aralarının bozulması konusunda kendilerini çok kötü hissediyorlar. Nüfusu Müslüman olup da aramızın iyi olduğu tek ülkeydiniz diyor otel görevlisi. Her iki yapı da aslında cami ve namaz vakitlerinde bir hayli kalabalık oluyorlar. Biz de vakitler arasında kendimiz namaz kılmaya karar verdik. Dört rekat Mescid-i Aksa’da ve 4 rekat Kubbet-üs Sahra’da namaz kıldım. Sonra dua faslı başladı tabii ki. Başta oğlum Bora’ya, yakınlarıma ve dünya barışına kadar yakarışa dönüştü benim seremoni. Bu arada şunu fark ettim ki ben dua ederken ahenkli bir şekilde bir ileri bir geri sallanıp durmaktayım. Durdum biraz kendime biraz çevreme baktım sonra yine biraz dua edeyim dedim yok mümkün değil sallanmadan olmuyor bu dua etme ritüeli. Bu konuya daha sonra yine değineceğim. Daha önce bahsettiğim gibi Müslümanlar için bu Mekke ve Medine’den sonra en kutsal mekanda bahçesinde elimizden geldiğince havayı solumaya çalıştık. Ayrıca Yahudiler için de aslında erişilemeyen kutsal bir yer burası.  Gerçekten iyi korunmuş, izole haliyle manevi önemini insana yeterince hissettiriyor. Dünya üzerinde bu kadar çok insan için bu derece önemli olması etkileyici ama bütün seyahatim boyunca aklımdan çıkmayan şu düşünce de benimle gelmekte “Bu kadar kutsal ve uğruna bu kadar kan dökülmüş”. Din uğruna savaşların bu kadar fazla olduğu gerçeğini düşünmekten kendimi alamıyorum.




Normal namaz vakitlerinde bu mekanların kalabalık olduğundan bahsettim ama asıl burayı Cuma günü göreceksiniz. Özellikle ayarlamadık ama tam Cuma namazının bitiş vaktinde Şam Kapısından (Damascus Kapısı) giriş yapmış bulunduk. Karşımızdan gelen kalabalığın bir zaman sonra azalacağını varsayarak fazla duraklamadık ama ne fayda kalabalık hiç bitmiyor. Üstelik sokak satıcıları akla ne gelirse bu yığının ortasında satış yapıyorlar. Biraz bu yol üzerinde güreş yaptıktan sonra kendimizi sapa ve dar bir sokağa atarak rahatladık. Ortalama 750 bin sayılan nüfusun yaklaşık üçte birini Müslümanlar oluşturuyor. Bu da 250 bin kişi eder ki anladığımız kadarı ile bir hayli çok insan da Cuma namazı için kutsal mekanları seçiyor. Kaynaklara göre şehirde Filistin Ulusal Yönetiminin bulunduğu alanlardan bahsediliyor. Anladığımız kadarı ile Müslüman halkın yoğun olarak yaşadığı mahalle ve semtler kastediliyor.


 

Gelelim Hıristiyan mahallesine; Müslümanlar Kudüs’e gelip yarı hacı oluyorlar ya aslında Hıristiyanlar buraya gelerek tam hacı oluyorlar. Hz İsa bir takım iddialara göre Nasıra’da (Nazareth) başka iddialara göre de Beytüllahim’de (Bethlehem) doğmuş. Birincisi Kudüs’ün kuzeyinde ikincisi ise hemen yakında güneyinde bulunmakta. Hıristiyanlık inancını ise Kudüs’te yaymaya çalışmış. Ne yazık ki bu uzun sürmemiş yaklaşık 33 yaşında Roma yönetimi altındaki Kudüs’te Yahudi güçlerin de etkisi ile idama mahkum ediliyor. Bugün pek belli etmeseler de aslında Yahudi ve Hıristiyan alemi arasında taa o günlerden başlayan husumet yüzyıllarca sürmüş. O devirde sapkınlık, bozgunculuk, hırsızlık gibi bilumum suçlar için zaten sıkça uygulanan bir yöntem kırbaçlama ve çarmıha gerilme. Kudüs’te eski şehrin Hıristiyan mahallesinde Hz İsa’nın bu suça mahkum edildiği çarmıhı (hacı) sırtına aldığı ve düşe kalka yol aldığı güzergah  (Via Dolorosa – Çile Yolu) istasyonlarla (on dört adet) belirlenmiş. Her bir istasyonda olan olay anlatılıyor. Örneğin Hz. İsa burada annesi ile konuştu ya da havari Simon hacı onun yerine taşımak istedi gibi açıklamalar var. Ayrıca istasyonlarda çeşit çeşit kiliseler var. Kıptiler, ortodokslar uzun sakalları ile sanki yüz yıldır aynı koltukta oturuyor hissi veren rahiplere gülümsemeye çalışarak yol alıyoruz. Genelde pek kimseye pas verdikleri yok ama çaktırmadan iyi poz veriyorlar. Bu da Savaş’ın ilgi alanına giriyor. Bu kiliselerden Etiyopya’nın (Habeşistan) sade kilisesi dikkat çekici bir de Konstantin zamanında keşfedilmiş altında bir su sarnıcı bulunan kilise ayrı duruyordu.




En sonunda da Kıyame Kilisesine (Church of Holy Sepulchre) dar sokak ve geçitlerden geçerek ulaşılıyor. Ki burada kimi inançlara göre can verir ve birkaç gün sonra diriltilip göğe çıkar, kimilerine göre de ölmeden göğe çıkarılır. Son istasyon ki ağlama duygulanma, Hz. İsa’nın öldükten sonra yatırıldığına inanılan düz bir taşı öpme zamanı. Bilhassa Hıristiyanlar için duyguların zirve yaptığı yer. Ellerindeki tespihleri haçları, mendilleri ve daha çeşit çeşit objeleri bu taşa sürtüp bir nevi kutsuyorlar. Biz Hıristiyan inancına sahip olmayan kişiler de hissiz kalamadık doğrusu. İnsan gerçekten o senaryoyu gözünün önünden geçiriyor sanki sırtında çarmıhla yuhalayan bağıran vatandaşın arasından çile içinde bir yürüyüş, sanki sesleri duyar gibi oluyorum. Öte yandan bu bahsettiğim güzergah sadece kiliseler ve istasyon işaretlerinden oluşmamakta ayrıca sayısız hediyelik eşya dükkanları ile dolu. Aslında yolun bütün maneviyatını bozmuş hacı olma yolunda ilerlemeye çalışırken insanın kendine hediyelik bir şeyler almaya çalışması fikri bana çok garip geldi.  Özellikle Müslümanların kutsal Harem-ül Şerif’inden sonra çok garip geldi bu kutsallık ve ucuz ticari faaliyetler.




Öte yandan Via Dolorosa adlı yolu takip edip surlardan Aslan Kapısından (Lion’s Gate) dışarı çıkarsanız kendinizi Zeytin Dağına giden yolda bulabilirsiniz. Bu yol üzerinde de tepe yamacına dağılmış birkaç tane kilise bulunmakta. İddiaya göre Hz İsa Zeytin Dağında müritleri ile toplanıyor inançlarını yaymaya çalışıyormuş. Dahası son akşam yemeğini de bu dağda bir mekanda yemişler. O bölgeyi de dolaşma şansımız oldu. Kiliselerin birine (Getshemane Kilisesi: Zeytin preslenen ve yağı çıkarılan yer anlamında) dışarıdan bakıyorduk fark ettik ki kapısı ters tarafta önce boş verelim dedik. Yorulmuştuk bir hayli. Sonra içimden sanki bir şeyleri kaçıracakmışız hissine kapıldım. Hayal ettiğim kadar sıra dışı bir şeyle karşılaşmadım ama zemin döşemesi ve eflatun vitrayları şimdiye kadar gördüklerimden çok farklıydı.




Yahudi mahallesine gelince, öncelikle Yahudilerin biraz tarihinden bahsetmek anlamlı olabilir. Yahudilerin soyunun Hz. İbrahim’in oğlu İshak’a dayandığına inanılır. Bu arada hatırlatmak isterim Filistinlilerin soyunun da İshak’ın ağabeyi İsmail’den geldiğine inanılır. Önce İshak ve oğlu Yakup döneminde bugünkü kutsal mekanlarda inşa edilen birinci tapınak sonra da Hz. Süleyman döneminde inşa edilen ikinci tapınaktan sonra Babil hükümdarı Nabukadnezar’ın bölgeyi fethedip yakıp yıkınca Yahudiler için çok uzun sürecek sürgün hayatı başlar. Dünyanın değişik yerlerine dağılırlar. Ama her nasılsa içlerindeki Kudüs hasreti hiç bitmez. Kudüs dualarında yer alır, Sinagoglarının kıblesi Kudüs olmuştur ve hiç unutmazlar. Buna da Kudüs’teki tepelerden birinin adı olan Sion’dan yola çıkarak Siyonistlik dene gelmiştir.  İlk defa 19. Yy’ın sonlarında ortaya çıkan ve İsrail oğullarının bir devleti olması gerekir diye şekillenen ideal de 2. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşecektir. O gün bu gündür de bölgede kan dökülmesi ve huzursuzluk durmadan ne yazık ki devam etmekte.




Yahudi Mahallesi deyince akıllara ilk gelen şey ağlama duvarı oluyor. Yahudilerce ha-Kotel ha-Ma’aravi (Batı Duvarı) adlandırılıyor. Ağlama duvarı terimi daha ziyade Hıristiyanların etkisi ile dilimize geçmiş (Wailing Wall). Zaten Kudüs’te en merak edilen ve en çok ziyaret edilen yer burası. Diğer din mensuplarına açık bir yer ve biz de duvarın dibine kadar ulaşabildik. İlk giriş kısmında bir takım yazılar var. Duvarın Davut Peygamberin oğlu Hz. Süleyman’ın yaptırdığı tapınağın son kalıntısı olduğu ve elbet bir gün o tapınağın tekrar yapılacağından ve bunun tanrısal güçte olacağından vb bahsediliyor. Buraya gelenler doğal olarak dindar Yahudiler. Tipik siyah takım elbise, siyah palto ve fötr benzeri şapkalar takıyorlar, şapka takmayanlar muhakkak kippa takmalılar (yani erkekler). Kadınlar sadece edepli saygılı giyinseler yeterli, kimisi başını örtüyor ama şart değil. Ağlama duvarına kadınlar ve erkekler ayrı taraflardan yaklaşıyorlar. Ben erkekler kısmını daha merak ettim, çünkü tipik kıyafetleri ile daha ilginçler ama sadece sınırı oluşturan parmaklıklardan bakabildiğim kadarı ile yetindim. Hepsinin elinde bir kutsal kitap, yanlış anlamadı isem Talmud var. Bir hayli konsantre olmuş şekilde onu mırıldanıyorlar ve bir gayret sallanıyorlar. Herkesin ağladığından bahsedilir ya, ben sadece bir kişi gördüm, inil inil ağlıyordu. Diğerleri sadece transa geçmiş şekilde ibadet ediyorlardı. İşte tam burada ben dua ederken neden sallandığımdan bahsettim anlatayım. İlk günden bu ağlama duvarını görmüştük. Trans halinde ileri geri salıntılı halleri insana biraz da komik geliyor ne de olsa orada onların yaşadığı duyguları hissedemiyordum. Duvarın öbür tarafına geçip de aynı şey başıma gelince işte kafama dank etti dedim ki bu trans hali kaçınılmaz bir durum!!! Duvarın öte tarafı dedim ya işte burası önemli: Bu duvarın öte tarafı Yahudilerin tapınaklarının olması gerektiğine inandıkları yerde bizim Harem-ül Şerif var. Filistin’i işgal ettiler Kudüs’ün kontrolünü ellerine geçirdiler belki ama hala ağlıyorlar. Çünkü orası hala onların değil.




Yahudi mahallesinde bir de sinagog gezme şansımız oldu. Aslında girmemize izin var mıydı hala emin ediğilim. Yahudi bir grup içeri bir rehberle birlikte giriyordu biz de sanki onlarla birlikteymişiz gibi davranınca kapıdaki görevli sorun çıkarmadı. Ama o gruptakilere ait olmadığımız da aşikardı ya?? Genel iç yapısı kiliseye biraz benziyor. Kadınlar için arkada ayrı oturma yerleri var. Girişin karşı tarafında orta kısmında Tevrat'ın okunduğu teva adlı bölüm bulunmakta. İbadet değişik mekanlarda örneğin Türkiye'de Kudüs yönüne doğru dönülerek yapılıyor. Kiliseden benim gördüğüm fark kiliseler haç şeklinde olurken sinagoglar dikdörtgen şeklinde.Bir de sinagoglarda resim heykel vb bulunmuyor.

Bu üç mahalleden sonra geriye bir tek Ermeni Mahallesi kalıyor. Ermeniler burada küçük bir etnik grup oluşturmuşlar. Tarihleri aslında bir hayli geriye dayanıyor. Ermeni mahallesinde görülecek ve anlatılacak fazla bir şey yok zaten.. Kendilerine ait bir patrikhaneleri varmış. Biz göremedik.  Yüksek duvarların arkasında mahrem yerleşimler var belli aralıklarla ufak kapılar ki çoğu kapalı. İnsan kendini Mardin’de hissediyor.

Bütün bu eski mahalle kapsamında yeme içme beni şaşırtacak kadar azdı. Falafel adındaki nohutlu etsiz köfteyi kendilerine mal etmiş İsrailliler. Aslında Arap ülkelerinin çoğunda bulabilirsiniz. Bir de Amerika’daki Yahudilerin ortaya çıkardığı simit benzeri bagel adında bir hamur işi var. Bu hamur hazırlandıktan sonra ilk olarak suda haşlanıyor sonra da fırında pişiriliyor. Neden bir de suda haşlıyorlar diye sormayın o kadarını da bilemeyeceğim. Bu bagellerle çeşit çeşit sandviçler yapıyorlar. Tahmin edileceği üzere başta yiyecek içecek birçok şey çok pahalı. Domuz eti hiç yok içimiz rahattı ama her yerde içki var. Bazı yerler koşer adlı kurallara göre işletiliyor. En önemli kuralı, et mahsulü ile süt ürünleri bir arada yenemez. Bir arada tutulamaz. Bir de deniz mahsulü yemek yasak.

Eski Şehir dışında Kudüs aman aman özelliklere sahip bir şehir değil. Mimari ve doğal güzellik açısından gördüğüm en güzel şehir hiç diyemem. En ilgi çekici tarafı neredeyse bütün binaların taştan olması. Mağazalar vasat, aşırı aktif değil. Bir iki şehir merkezi olarak anılabilecek sokağı var. O sokaklarda dolaştık. Kendimize gidecek Barood adında bir bar bulduk. Burası gerçekten tutulan bir mekan ayrıca Türk gazeteci Ayşe Karabat’ın romanı Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri bu barda geçiyor. İşi gereği geldiği zaman vaktini çok burada geçirirmiş. Kitaptan bahsedildiğini internette görmüştük ama ahbaplık ettiğimiz Rus garson kız bizim Türkiye’den geldiğimizi öğrenince bize ellerinde bulunan bu kitabı getirdi. Biz de son gün yağmurdan balık olmuş halimizle zaten kurumak için zamana ihtiyacımız varken oturduk birkaç sayfa okumaya başladık. Hayatımda ilk defa okuduğum kitap o anda bulunduğum mekanı anlatıyordu. Girişteki ayrı ufak kısmı duvarda asılı bazı resimleri vb hem okuyup hem izlemek zevkli oldu. Bar cidden güzeldi ve Hıristiyanlar işlettiği için Şabat arifesi Cuma akşamı açık tek yerdi. Ondan birkaç saat önce nerede miydik?

Bayılırım biraz daha ve biraz daha değişik tecrübeye. Rehber kitaplarda Mea Shearim diye adı geçen bir semt var. Burası dindar Yahudi’lerin yaşadığı bir yermiş. İlginç tecrübe olur gidin gezin diyor kitaplar. Savaş’ın çok ilgisini çekmese de ben düzenli aralıklarla sondaj yapmaktayım, “Aslına ilginç bir yerdir, ben görmek isterdim” tarzı cümlelerle. Biz de baktık erişimi yürüme mesafesinde, baktım ikna oldu Savaş. Kendimizi arka sokaklarda bulduk bile. Aslında görülecek çok şey yok ama kapalı pencereler, kapalı perdeler, her hali ile tutuculuk akan sokakları ile yine de ait olduğu havayı insana hissettirmeyi başarıyor.  Cuma öğleden sonrası ve işler paydos edildi bile. Toplu taşım çalışmayacak. Bu kişiler televizyon, cep telefonu gibi hiçbir elektronik alet kullanmayacaklar. Tam bir tatil olacak. Tek tük tipik siyah kıyafetleri içinde evine ulaşmaya çalışan vatandaşlar var. Bana ilginç gelen şekilde bizi yok sayıyorlar. Ne yardım etmeye çalışan var, ne de orada olmamızdan rahatsız olmuş tavırları var. Göz ucuyla bile bize bakmıyorlar. Oysaki biz lafa dalmış ve kendimizi hiç beklemediğimiz bir yönde bulmuş halimizle pekala turiste benziyoruz ve pekala yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Aksilikleri artıralım… Yağmur başladı (Neyse ki kabanlarımız aynı zamanda yağmurluk). Toplu taşım yok. Taksiler ya çok pahalı olurlar ya da güvenebilir miyiz acaba? Yönümüzü doğrulttuk tekrar hatırı sayılır bir mesafeyi yağmur altında yürüdük. İşte o yürüyüşün ardından açık tek bar olan Barood’a attık kendimizi.

Kudüs’te bulunduğumuz süre içinde bir de soykırım müzesini gezme şansımız oldu. Bence çok başarılı bir yerdi. Değişik bir mimariye sahip olan bu ilginç üçgen binaya ilk girişte duvara yansıtılmış video görüntüleri ile karşılaşılıyor. Bu videolarda 2. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’daki Yahudi halkının gündelik hayatından kesitler bir araya getirilmiş. Daha sonra tüm Avrupa ve Hristiyan alemi içinde çok eskiden beridir süregelen Yahudi düşmanlığı anlatılıyor ve örnekler veriliyor. İşte burası ilginçti. Tabii ilerleyen aşamalar sırf Nazi Almanya’sına odaklanıyor ancak aslında çok uzun zamandır türlü tarih ve mekanlarda Yahudiler zulüm görmüş, hatta daha ufak çaplı da olsa soykırımlara maruz kalmışlar. Ve inanın hepsi Hristiyan ülkeler ve yönetimler tarafından uygulanıyor. Tabii akıllarda şu soru, tarih boyunca size hep Müslümanlar ve Osmanlılar Türkler yardım etmiş. Siz şimdi sırtınızı dayamışsınız Avrupa ve Amerika’ya Müslümanlara zulmetmektesiniz. Bu ne yaman çelişki …diye türküye başlamak geliyor insanın içinden.




Kudüs’te bulunacağımız Şabat (Cumartesi) günü için planımız Ölü Denizi (yani Lut Gölünü) ve Massada turuna çıkmaktı. Şehirde her yer kapalı iken yapılacak ilginç bir faaliyet olacaktı. Massada’yı tarih kitaplarından hatırlıyorum. Roma’lılara karşı Yahudi isyancılar Massada’yı ellerinde tutuyorlar hem de iki yıl boyunca teslim olmuyorlar. Kuşatma da iki yıl sürüyor en sonunda kalenin düşeceği anlaşılınca kaledeki tüm insanlar toplu şekilde intihar ediyorlar. Planlamıştık diyorum çünkü hemen öncesi akşamı oğlumuzun rahatsızlandığını öğreniyoruz. Dünyanın böylesi kutsal mekanlarını, sıra dışı diyarlarını gezmek çok zevkli olabilir ama Bora bey hepsinden kıymetli olunca derhal uçak bileti 1.5 gün erkene alınıyor. Geceden yola çıkılıyor ve doğru Ankara’ya.

Dönüşte de ülkeden çıkmak girmek kadar zor. Valizler, bilgisayarlar ve elinizde ne varsa çoğu ciddi bir kontrol ve aramadan geçiyor. En az birkaç saat önceden havalimanına gelmek gerekli. 

İşte böyle erken dönmek zorunda kalmış olsak da karla başlayıp karla bitse de, yağmurlar altında ıslansak da bence son derece özel bir seyahat oldu Kudüs bizim için. İyi ki gitmişiz…

Yazı : Fatma Şahin
Fotoğraflar : Savaş Şahin
Gezi Tarihi : Ocak 2011