Yaşasınnn iste yine
yollara düşüyoruz. Hem de bu sefer önümüzde iki ayrı şehirden oluşan 12 günlük
bir tatil var.
Tatilimize önceki
Cumartesi günü saat 05:30 dolaylarında arabaya bir suru şeyi atıp 1200 km. yola
düşmek suretiyle başladık. Bu yolu yaşadığımız Mount Isa adlı kasabadan en azından
12-13 saatte alabileceğimizi düşününce uygun bir saatti sanıyoruz. Hedefimiz kıtanın
kuzey doğu kıyısında bulunan şirin turistik kent Cairns. Tabii yol boyunca ne
kadar seyrek kasaba ve alışveriş imkanı olduğunu düşünerek koca çanta dolusu
yiyecek, yedek benzin ve litrelerce de su aldık. Bakarsınız yollarda kalırız korkunç
yabanıl koşullarla mücadele etmemiz gerekir değil mi?
Gerçekten de aslında
simdi hesap ettim takriben 400 km boyunca hiçbir gerçek yerleşim merkezine uğramamışız,
sadece bir tane içinde insan olan bir iki şey alınabilecek Burke and Wills
Roadhouse adlı yeri saymak gerekir. İddiaya göre 1800 yıllarda keşife çıkmış soyadları
Burke ve Wills olan iki macera perest tam buralarda yaşamlarını yitirmişler. Yol
boyunca son 100 km’ye kadar bitki çeşitliliği doğrusu hiç de iç açıcı değildi. Araziyi
90% oranında pek yoğun olmayan sakız ağacı diye anılan sanıyorum Avustralya’ya
has solgun ağaçlar kaplamaktaydı. Öğrendiğimize göre, bu sakız ağaçları bünyesinde
yüksek miktarda su bulundurabildiği için uzun sıcak ve kurak mevsimlere dayanıyormuş.
İçindeki suyun akış sesini duyduklarını iddia eden kişilere rastladım ben. Yani
devenin bitki sekli diyebiliriz. Yol kenarları ise bol miktarda kanguru ölüsü
ile ve başlarında doluşan kargalarla dolu. Gidiş yönünde aslında şanslıydık çünkü
birçok da canlısı önümüzden hoplaya zıplaya geçip gittiler. Hatta birinin fotoğrafını
çekme fırsatımız oldu. Aslında şanslıydık dememin sebeplerinden önemlisi hiç
birine çarpmamış olmamız. Çünkü yola çok hızlı çıktıkları için bazen çarpmak kaçınılmaz
oluyor. Yolculuğumuzun daha doğrusu yolun en kotu tarafı çoklukla tek şerit ama
sadece ve sadece tek şerit olması idi. Bu hiç aklıma bile gelmezdi doğrusu. Karşıdan
bir araba geldiğinde yanlarda kalan bozuk kısımlara çıkmak zorunlu oluyordu ki hızlı
gecen arabaların sıçrattıkları tas çakıl yağmuru özellikle Savaş’ın sinirlerini
bir hayli yıpratmaya yetti. Kah uyuyup (yani ben) kah gaza basarak en sonunda
hedefimize iyice yaklaştık ki, en sonunda biz gariban taşralıların (buralarda taşraya
outback deniyor) alışık olmadığı güzellikte tabiata ulaşabildik. Gerçekten de
bol yeşillikli ve engebeli arazinin sağladığı hoş manzaralarla güzümüz acildi. Oldukça
rüzgarlı tepelik bir alana da elektrik üretmek amacı ile rüzgar değirmenleri koymuşlar,
temiz enerji kaynağı iste. Ve 13 saat sonra aksam saatlerinde kalacağımız otele
ulaşmıştık.
Neyse ki otelimiz daha
lobisinden hoş görüntüler sergiliyordu. Savaş’çığım da öncelikle karisinin
memnuniyetini göz önünde tutarak deniz manzaralı oda rezervasyonu yapmıştı. Ancak
odamıza çıktığımızda deniz manzarasının ancak balkonda yan tarafa bakma gayreti
ile görülebildiğini fark edince hemen aşağıya inip olayın vahametini vurgulayan
konuşmalarla gerçek deniz manzaralı odamıza yerleşebildik. Neden bunu böyle
uzun anlatıyorum diye düşünecek olursanız cevabi ertesi sabahta saklı. Sabah
olup da şahane deniz manzaramıza baktığımızda önceki aksam karanlıkta seçemediğimiz
denizin aslında takriben yarısının balçık tipi bir şeylerden oluşuyor olması. Her
neyse denize 1000 kusur km uzaktan geldikten sonra buna da şükür dedik, hem
denizin yükseldiği saatlerde neyse ki balçık kısımlar görünmüyordu.
Bu şehrin
ve civardaki turistik kasabaların çok önemli iki özelliği var. Birincisi sanıyorum
meraklıları için dünyaca meşhur büyük mercan resifleri ki bu bölgede kıyıya çok
yakınlar. Mercan resifleri kıvrımlı yapısı ile birçok çeşit balık için güzel
bir barınak ve beslenme olanağı sağlarken biz insan varlıkları için de şahane
seyirlikler çıkarmakta. Şehirde bir suru tur imkanları dolu. Aslında en güzeli
dalarak onları izlemek. Ama biz dalgıçlık tecrübemiz olmadığı için bu seferlik şnorkellerle
idare etmeye karar verdik. Bir turun yakin adalardan birine götürmesi (Green
Island) ile zaten uzaklara dalışlara hiç gerek kalmıyor çünkü kıyılar da bu resiflerle
dolu ve gerçekten birçok çeşit balık, renk cümbüşü bir anda sizi karşılıyor. Hakkını
teslim etmek lazım, abartıldığı kadar güzeldi denizin içi. Gecen sene sadece
dev bir akvaryumla yetinmiştik. Bu sene kıyıda takıldık ama gelecek sene artik
dalma eylemine geçebiliriz.
Bu bölgedeki ikinci çok önemli
tabii güzellik de yağmur ormanları. Özellikle kuzey bölgelerdeki yağmur ormanlarının
ortalama 120 milyon yıllık yaşı ile dünyanın en yaşlı yağmur ormanları olduğu söyleniyor.
Biz konunun uzmanları olmadığımız için zaten aslında yaşının öneminden çok görsel
güzelliği yetti bizim için. Yağmur ormanlarının sardığı tepelik alana önce eski
bir tren hattıyla çıkmak inişte de teleferik hattını kullanmak en ideali. Tren hattı
ile giderken özellikle dolambaçlı yolların arasında saklı sürprizler gibi yüksek
şelaleler altlarda oluşan golcükler, oralarda yasama hayalleri insana çok hoş
duygular yaşatıyor. Dönüşte ise teleferik ile tam olarak ağaçların üstünden geçerken
hayata ve tabiata normal şartlarda hiç mümkün olmayan bir açıdan bakmanın güzelliğini
yaşadık. Aralarda inip mola verebileceğimiz ve tabiatla yakınlaşabileceğimiz
duraklar da mevcut. Molalarda görevli rehberler ağaç türleri ve yağmur ormanları
ile ilgili özet bilgiler verdiler. 100'lerce yıllık yaşı olan ya da beton gibi sağlam
ağaçları tanıttılar. Ya da asalak baksa bitki örtülerinin bazı ağaçlara nasıl
musallat olduğu ve bazı ağaçların bu asalaklardan kurtulmak için ne gibi
yollara başvurdukları öğrendiğimiz bilgilerdendi. Yağmur ormanlarının tepe kısmında
hedef niteliğindeki kasaba sevimli ama aşırı turistikleşmiş bir yerdi.
Cairns’le ilgili olarak belirgin
bir durum da uzak doğulu turistlerin büyük ilgi merkezi olması. Zaten uzak doğu
kökenli insanların bir hayli yasadığı bir bölge, bol turist de eklenince ortalıkta
bir suru çekik gözlü minik ince yapılı insanin dolaşması doğal oluyor. Bana çok
sevimli gedikleri için bu durum hoşuma gitti. Ama Avrupa özellikle de İngiltere
kökenli Avustralyalılar için durumun ayni olduğundan şüpheliyim. Bu vatandaşlarının
çokluğu sebebiyle de her tarafta onların yemekleri, otellerde ikinci dil olarak
bilmediğimiz alfabelerde açıklamalar, bize kendi turistik yerlerimizi hatırlattı.
Örneğin biz Bodrum’a gittiğimizde her tarafın yabancılara yönelik olması bizi çok
rahatsız ediyordu. Demek ki böyle bir duruma her yerde rastlamak mümkünmüş,
tabii turistlere askıntı olan satıcıların burada bulunmadığını tahmin etmek zor
değildir.
Tatilimizin Melbourne tarafına
ise sabah çok erken bir uçakla Cairns’den uçarak başladık. Tatil zamanı sabahın
5’inde uyanmak sevimli olmasa da arabayla uç günde alınacak bir mesafeyi 3.5
saatte almak da fena bir şey değil hani. Melbourne’la ilgili özellikle benim en
büyük çekincem havaların kotu olması idi. Ne de olsa orada daha bahar yeni başlıyor
ve dediklerine göre bu şehrin havasına hiç güven olmazmış. Neyse ki hava son günü
saymazsak soğuk ve yağmurlu değildi. Biraz buluta da razı olduk biz de.
Havaalanından bizi
buradaki ilk dört günümüzü birlikte geçireceğimiz arkadaşlarımız aldılar. İlk günümüzü
biraz dinlenme biraz çarşı pazar dolaşmakla geçirmeye başladık. Büyük alışveriş
merkezi çarşılar dolaşırken, önce her şey güzeldi ta ki ben cüzdanımın çalındığının
farkına varana kadar. Moralim bir hayli bozuldu ama elden ne gelir. Ee dünyanın
her yerinde böyle şeyler başa geliyor demek ki.
İkinci günümüzde arkadaşlarımızın
arabasının olması sayesinde yakında bir kasabaya gittik. Bu kasabanın olduğu
bölgede, 1800’lerin ortalarında ilk altının bulunması ile ciddi bir altına hücum
yaşanmış. Özellikle ilk yıllarda insanlar isini gücünü evini bırakıp buraya akın
etmişler. Büyük külçe altınlar bulanlar olmuş. Hatta dünyada en büyük külçe 65 kg’la
burada bulunmuş. Adı bile var: Hoş geldin külçesi. Simdi artik altın madeni
neredeyse hiç kalmamış ama orada geniş tepelik bir alanı o ilk yılları tekrar canlandırmak
amacı ile yapılandırmışlar. Bir sürü eski zaman yapıları, eski çalışanların
hepsi o günlere uygun kıyafetler içinde. Yine o günlere uygun bazı şekerleme,
demir isleri gibi üretimler de yapılıyor. Açıklayıcı bilgiler vs. Bir de müze eklemişler
ve dünya kadar Avustralya altın madenciliği ile ilgili bilgi almak mümkün. Özellikle
biz madenciler için çok ilgi çekici bir yerdi. Ee ilk gün için yeterince yoğun ve
yorucu bir faaliyetti buralar. Dönüş yolumuzda ve sonraki günlerimizde oradan aldığımız
şekerlemeler ağzımızı bir hayli tatlandırdı. Öte yandan bizi oldukça ilginç başka
bir faaliyet bekliyordu. Arkadaşlarımızla Melbourne’da Türk’lerin yoğun yaşadığı
Brunswick adlı bölgedeki meşhur bir Türk lokantasına gittik. Özellikle ben bir
yemek canavarına donuştum diyebilirim. Yemek listesindeki her şeyi ısmarlamak
hevesi içinde içli köfte, sarma, iskender, sucuklu pide, tatlılar derken çatlamaya
yakin bir mide büyüklüğü ile olayı bitirdik. Yemekler belki en iyi örnekler değildi
ama ben özellikle sucuğu çok özlemiştim.
Tadı harika geldi bana. Keşke
servis de biraz daha iyi olsaydı. Zaten daha önce buraya gelmiş başka bir çift arkadaşımız
ne zaman bir sipariş verseler başka bir şeyin geldiğini söylemişlerdi. Sanıyorum
çok yanlış bir yorum değildi. Bu arada yine bölgede bulunan bir Türk kasabından
aldığımız bir kaç kangal sucuğu kalan günlerde afiyetle midemize indirmeyi de
ihmal etmedik.
Üçüncü günümüz de yine altımızda
arabanın olması sayesinde şehir dışına doğru bir tur oldu. Bu sefer kuzey doğu taraflarındaki
şarap üreticilerinin yoğun bulunduğu vadiye (Yarra Valley) doğru idi. Öncelikle
yine o yakınlarda bulunan doğal yasam barınağına (Healesville Sanctuary) uğramaya
karar verdik. Barınakta bilhassa Avustralya’ya has hayvanların bulunması biz
okyanus ötesi insanları için heyecan vericiydi haliyle. Gerçi iki yıldır
yollara çıktığımız seferlerde bolca kanguru görme fırsatımız olmuştu ama burada
yürüdüğümüz yollarda karsımıza çıkması deli gibi zıplayıp kaçıyor olmamaları dahası
dokunup sevebilmek, tam bir turist faaliyeti oldu bizim için. Bir kaç tane
koala gördük ve tabii ki uyuyorlardı. Hayatlarını Avustralya’nın okaliptüs ağaçlarında
geçirdiklerine kanaat ettik, elleri vücutları ile ağaç dallarıyla tam bir bütünleşme
halinde idiler. Öğrendiğimize göre günün 18-20 saatini uyuyarak geçirirlermiş.
Çok güzel hayvanlarmış gerçekten. İlgi çekici bir gösteri de yırtıcı kuşların
beslenmesi gösterisiydi. Kimisi çok süratli kimisi her turlu hava koşuluna
uygun hareketli ve kartallar ise oldukça cüretkarlar yemine ulaşmak için üstümüzden
son derece yakin uçmaya aldırmadılar. Ve yarasalar, wallaby, platipuslar, sürüngenler,
gece hayvanları, balık türleri bile vardı. Tabii daha aklıma gelmeyen birçok
hayvan türü. Doğal yaşam barınağında geçirdiğimiz uzunca saatlerden sonra şarap
bağları ve üretim yerlerine görece az zamanımız kaldı. Aslında Avustralya şarap
üretimi konusunda bir hayli iddialı, üzüm çeşidi o kadar fazla olmasa da birçok
marka bulmak mümkün. Ancak özellikle kırmızı şarapta tatları genelde bizim
beklentimizin altında kalıyorlar. Burada bir iki şarap evinde tadım yaptıktan
sonra dönüş yoluna geçtik.
Dördüncü günümüzde Savaş’la
ben tramvay hattını kullanarak nihayet şehir merkezine gitmeye karar verdik.
Melbourne’da ve aslında Avustralya’nın hiç bir şehrinde yeraltı toplu taşımacılığı
bulunmamakta. Sadece tren otobüs, tramvay bazen nehirlerde feribotlar var. Bir
not da kasabalardaki tek iletişim aracı insanların kendi arabaları (taksileri
saymazsak). Melbourne’da şehrin en merkezinde Federasyon Meydanı bulunmakta. Çevresini
saran binalar belli bir tip mimari örnekleri, çoklukla galeri müze gibi işlevler
görmekteler. Biraz merkezde takılıp dolaşıp ortamı tanımaya gayret gösterdikten
sonra, içinde çoklukla modern sanat çalışmalarının sergilendiği galeriyi
gezmeye karar verdik. Eee çağdaş sanatın çok gözlerimizi büyülemediğini itiraf
etmeliyim (tabii bu çok kişisel bir yorum), en göz alıcısı sanatçıların bilfiil
çalışmalarını içinde yaptıkları cam mağazası idi. Çılgın fiyatları olan şahane
el isi cam eserlerin arasında gezerken kazara birini düşürmenin korkusu ile
elim kollarım kenetlendi diyebilirim. Çünkü adamlar oldukça tehditkar bir şekilde
açık açık yazmışlar: “Düşürürseniz ödersiniz!”
Ertesi gün arkadaşlarımızın
gitme vakti geldiği için sabah onları uğurladıktan sonra, biz yine tramvay ile şehir
merkezine doğru uzandık. Bu sefer hedefimiz Büyük Melbourne Müzesi ve çevresindeki
parklardı. Bir müzede doğal olarak bulmayı beklediğimiz şeylerin dışında geçici
olarak Mısır’dan getirtilmiş mumya örnekleri de vardı. Mumyalama teknikleri ve
ilgili aletler ayrıca bir adet en hakikisinden mumya görme sansımız oldu. Müzenin
diğer kısımlarında çok eski olmayan Avustralya tarihi ile ilgili örnekler,
Polinezya adalarındaki ilkel deniz taşımacılığı ile ilgili botlardan örnekler, şaşılası
büyüklükte ve çeşitlilikte kelebek ve böcek örnekleri bulunmakta idi. Çeşit çeşit
tarantulalar, akrepler derken oramız buramız huylanmaya başladı tabii ki.
Cairns’e dönmeden önceki
son günümüzde ise artik bol bol ortalıkta dolaşmaktan biraz yorulduğumuz için
hava da biraz soğukça olduğu için biraz otelimizden geç çıkmaya karar verdik.
Yol üzerinde Kraliçe Victoria Pazarı karsımıza çıkınca önce ona uğradık. Bu
arada söyle bir dip not tutmak gerekir ki, Avustralya’da akla geldik gelmedik
bir suru yerin adi İngiliz kraliçeleri, komutanları, valileri vb adları ile
dolu. Gördüğünüz üzere pazarın adı bile. Akla gelebilecek her turlu gıda
maddesi burada satılıyor anladığımız kadarı ile. Savaş önce biraz isteksizdi
ama sonra biraz da olsa alışveriş yaptık. Kim derdi ki ince bulgur ya da kirik buğday
bulmak bizi bu kadar sevindirsin. Ülkemizin tarzında pazarda; ya da hal demek
daha doğru olur; dolaşmak pek hoşumuza gitti. Zavallı annem beni Ulus pazarına götürdüğünde
oysa ona ne kadar da çok zorluk çıkarırdım. Daha sonra bu sefer klasik resim ve
diğer görsel sanatların sergilendiği ulusal galeriye gittik. İste buraya vardıktan
hemen sonra son güne ve görece az zamana bıraktığımıza gerçekten pişman olduk. Birçok
boyumuzca yapılmış Avrupalı ressamların çalışması ve gezilebilecek dünya kadar
salon. Gözlerimiz bayram etti. Ayrıca karşımıza çıkan eski oda müziği ve dans gösterisi
de cabasi idi. Tam olarak bütün bölümleri gezmeye fırsatımız olmadan çıkmamız
gerekiyordu. Çünkü bir çift arkadaşımız bizi bekliyordu. Onlarla bir kafede
oturup şehrin üniversite bölgesini gördük.
Artik Melbourne’daki son günümüz
ve bize donuş yolu görünüyordu. Şimdilik hoşça kal kış ve serin hava. Kalın kıyafetlerimizi
valize doldurup havaalanına doğru yola cıktık. O günümüz sırf yolculukla geçti
diyebilirim. Aksama doğru iste yine Cairns’de ve sıcak havalar bölgesinde idik.
Otelde odamıza yerleştik.
Cairns’de son günümüzde Savaş’çığım
şehirde halledilebilecek bazı islerini halletmekle çabalarken ben deniz kenarında
inşa edilmiş dev havuzda yüzüp güneşlenerek geçirdim. Daha sonra tüm iyi
niyetimizle biraz alışveriş yapmak istedik ama hala kendimize uygun hoşumuza
giden şeyleri burada bulup almak konusunda zorlanmaktayız. Aksam biraz daha Çin
mutfağının hazır yemeğe dönüşmüş sekliyle karnimizi doyurduk. Deniz kenarı güzel
şey doğrusu, otelin içinde dolaşırken havuzun hala ılık olduğunu fark edince
ben tabii hemen havuza girdim. Akşam çok güzel oldu yüzmek.
İşte her güzel şey gibi
bu tatilinde sonuna geldik arabamızla dönüş yolu başlıyor. Ve yine bos, uzun ve
zorlu yollarda direksiyon sallayıp evimize ulaştık.
Yazı : Fatma Şahin
Fotoğraflar : Savaş Şahin
Gezi Tarihi : 2005