Şiraz'da Üç Gün
İşte şimdi İstanbul havalimanında, Şiraz
uçağı için kapıda bekliyoruz. Doğal olarak çevremdeki kadınların kıyafetlerini
gözlüyorum. Veee bir tane bile baş örtülü kadın yok, hatta benim hazırlandığım kıyafetlerle
hiç alakası yok üstlerindekilerin. Yanımdaki İran’lı bayanla bir iki kelam
sohbet ederken o söylüyor THY uçağı olduğu için insanlar daha rahatmış Şiraz’a
inerken herkes tebdili kıyafet yaparlarmış.
Gerçekten de öyle oluyor, uçaktan inerken
kadınların hepsi çantalarından çıkardıkları örtüler hırkalarla donanmaya başladılar.
Şiraz’da kaldığımız otelde gece ortasından
sabaha kadar elden geldiğince aldığımız uykudan sonra vakit kaybetmeden sokağa
atıyoruz kendimizi. İlk etapta karşıma çıkan şehir ortalama bir Anadolu
kasabasından pek de farklı değil. Sokaklar yer yer çöplenmiş, dükkanlar oldukça
mütevazı ve küçük çaplı ve bence insanlar feci halde Türklere benziyorlar.
Türkiye’deki arkadaşlarımızın düşündüğünün
aksine ortada kültür şoku filan yok. Aslında kültür şoku yaşamaktan tatmin olan
benim için garip bir durum bile denebilir. Konusu açılmışken, İran’a seyahat etme
düşüncesi öncelikle kavram olarak Türkiye’de birçok insan üzerinde şok edici
bir etki yaratıyor. İran’a gideceğimizi söylediğimiz tanıdıklarımız içinde pek
azı bunu normal karşıladı. Çoğunluk ise hayretler içinde kaldı, bizimse bol bol
“aslında güçlü bir tarih ve kültür var onu görmeye gidiyoruz” çerçevesindeki
açıklamalarımız bir yere kadar zemin bulabildi. Hatta bir iş arkadaşım yola
çıkmama 2 saat kaldığında bile hala inanmıyordu gideceğime J
Şiraz aslında oldukça eski bir şehir. Eski Pers İmparatorluğunun başkenti sayılır. Eski zamanların görkemli törensel şehri bugünkü adı ile Persepolis de (İranlılara göre Taht-ı Cemşit; efsanevi halk kahramanı Cemşit’in Evi anlamında) Şiraz’a çok yakın. İran tarihindeki en önemli bir kaç şair de bu şehrin çocukları olmuşlar. Başta Hafız ve Sadi geliyorlar. Sanki şehrin markası gibiler, öylesine bir manevi gurur var bu isimler ile Şiraz arasında. Bu durum da Şiraz’a bir kültür şehri imajı veriyor. Tabii dillere destan şarabı yapılan Şiraz üzümlerinin de ana şehri burası; her ne kadar şimdi bulması zor olsa da.
Tüm eski şehirlerde olduğu gibi Şiraz’ın da kapalı
çarşısı öne çıkan gezi mekanlarının başında geliyor. Dahası Şiraz’ın kapalı
çarşısına gitmek için hiç bir uğraşa gerek yok. Şehir merkezinde bir yerlerde
bir iki adım atın muhakkak çarşının bir kapısı karşınıza çıkıyor, zaten bir
çarşı değil de çarşılar kompleksi desek daha doğru olur. Şehrin merkezinde
genişçe bir alanı kapladığı için hem egzotik/nostaljik ortam görevini
üstlenirken hem de halkın bolca alışveriş yaptığı çarşı merkezi durumunda. Bu
nedenle dükkanlarda en sıradan mutfak eşyasından ipek halılara kadar geniş
yelpazede ürün bulmak mümkün. Bizim de daha ilk sabahımızda içine daldığımız ve
neredeyse üç gün boyunca bir o kapısından girip bir bu kapısından çıktığımız
çarşı işte bu. Yine de dünyanın neresinde olursa olsun, bu çarşılar kendilerine
has var oluş ve duruşlarından sanıyorum hiç bir şey kaybetmemekte kararlılar.
Çarşımızın şimdi adını unuttuğum bir kapısından çıkıp yola devam ettiğinizde şehrin neredeyse tam ortasında Kerim Han Kalesini buluyorsunuz. Kale de şehrin ortasında olur muymuş?? Olurmuş demek ki. Kerim Han 18. YY’da yaşamış ve Şiraz bölgesinde Zand Hanedanlığını kurmuş bir lider. Tarihçilere göre son derece adil, dürüst ve başarılı bir han olmuş. Unvanı ise vekil, kimilerine göre fazlasıyla mütevazı olduğu için halkın vekili olarak bu unvanı almış; kimilerine göre ise tam tersi şekilde kendisine ancak Hz. Muhammed’in vekili olmak yakışır diye düşünmüş. Bu nedenle şehrin her yanı Vekil isimli yapılarla dolu; Vekil cami, vekil kapısı, vekil hamamı, ve böyle uzayıp gidiyor. Kaleye dönecek olursak, tamamı tuğladan örülmüş, dört köşesinde yuvarlak burçların bulunduğu dörtgen bir yapı. Tamamıyla tuğla olması nedeniyle daha önce gördüğüm yapılara benzemiyor, ki farklı bir dokusu ve havası var. Burçlardan biri ise eğik duruyor, ne mühendisler-mimarlar uğraşmış da düzeltmeyi başaramamışlar; “aaa o eğik burç buradaaa” deyince nedense mutlu oluyor biz turist milleti. İçinde dikdörtgen bir havuz ve çevresi kale duvarlarından gölgeliklerle çevrili. Bir köşesinde eski bir hamam bulunmakta. İç içe odalarla dolu bu hamam vaktiyle Kerim Han’a hizmet vermiş. Methini çok duyduğum konuşkan İran’lı vatandaşlar da içerdeler. Bir köşeye oturmuş tavandaki tipik hamam pencereciklerine bakınırken yanımızdaki gençlerden bize farsça laflar gelmeye başlıyor. Biz anlamadığımızı belirtince, “nerelisen Türksen Türksen” derken ve onlarda Ingilizce bizde Farça yokken kafa göz yarıcı ilk sohbetimizi başlatıyoruz. Nasıl anlaştığımızı, aslında gerçekten anlaştık mı bunları boş verelim ama gerçekten iletişim kurma isteği ile dopdolular. Bir kaç dakikanın sonunda fotoğraflar bile çekiliyor birlikte. Hani biraz da dil olsa garanti mektup arkadaşı olmuştuk şimdiye.
İtiraf edeyim, öyle şiir aşığı bir insan
hiç olmadım. En son bir şiir kitabını ne zaman elime aldığımı bile
hatırlamıyorum. O halde 14.yy’da yaşamış İran’lı şair Hafız’ın mezarına neden
bu kadar hevesle gidiyorum ben de emin değilim. Üstelik uslanmayacağım sonra
bir de Sadi’yi ziyaret edeceğim ki zatı alileri de 13. YY’da yaşamış. Hafız
hayatı boyunca hiç Şiraz’dan ayrılmamış, Sadi ise çok gezmiş dolaşmış sonunda
Şiraz’da yaşlanıp ölmüş. Her neyse, Şiraz’a gelmeden önce ikisinin de kitaplarını
almıştım. Biraz da okuma şansım oldu. Hafız’ın Divanı içinde okuduğum tüm
şiirleri aşk ve şarap üzerine, yani İslam cumhuriyetinde vatandaşın akın ettiği
duvarlarında şiirlerinin yazılı olduğu bu şairin sanıyorum şarapsız şiiri
bulunmamakta. Sizin anlayacağınız ironik bir durumla karşı karşıyayız. Hafız’ın
türbesinde hakikaten samimiyetle onu saygıyla anan mezarının baş ucuna oturup
duygulanan insanlar var. Bir de er kişi Farsça ezberinden bir şeyler okumakta
ama Allah var dua mı okuyordu yoksa şiir mi okuyordu anlayamadım. Dediklerine
göre kızlar orada Hafız’ın kitabından rast gele bir şiir seçermiş, sonra şiirin
anlamını kendilerine biçerlermiş. Ne deyim, gidip şarap içseniz mantıklı olur
bence!! :)
Bilindiği üzere İran yaklaşık yüzde 90-95
oranında Şii inancına sahip. Bilhassa İran’lı Şii’ler için önemli bir hac
mekanı Meşhed’de bulunan ve On İki İmamdan biri olan İmam Rıza’nın türbesidir.
Şiraz’da ise İmam Rıza’nın kardeşi naçizane Seyid Emir Ahmed’in türbesi
bulunmakta. Türbenin ismi Şah’e Çerag ve iç dekorasyondan da anlaşılacağı gibi
anlamı “ışıkların şahı”dır. İç mekan yine hayatımda daha önce hiç bir yapıda
görmediğim bir süslemeye sahip. Tüm duvarlar ve tavan aynadan kesilmiş
parçacıkların mozaiğinden oluşmuş. Her yer milyonlarca küçük aynalar ile
ışıldıyor. Az miktarda da renkli camlar ve köşelerdeki girintili çıkıntılı
kendine has süslemeler desenlere hareket katıyor. Gerçekten çok güzeldi ve
büyülendiğimi itiraf etmeliyim.
Kadın ve erkekler ayrı yerlerden
giriyorlar türbe içine, insanlar namaz kılıyorlar ama önlerinden geçilmesi
görünürde pek sorun yaratmıyor sanki. Önlerinde ise secdeye vardıklarında
alınlarını koydukları disk şeklinde minik kil parçaları var. Öğrendiğimize göre
bunların kil toprağı Kerbela’dan ve Necef’ten geliyormuş. Cami ve benzeri
mekanlarda bir kenara oturup, ayaklarımı uzatıp ortamın sessizliğini dinlemek
her zaman bana zevk vermiştir. Burada da oturup kendimi halıların üzerine
bırakıyorum bir vakit.
Bu arada unutmadan söyleyeyim bu türbe gezime her
yanımı sarmış ve çekiştirip durduğum emanet çarşafım da eşlik ediyor. İran’a
gitmeden önce yanıma bir yatak çarşafı alayım da orada lazım olur diye şaka
yapmıştım. Tamam basit bir espriydi kabul ediyorum ama gerçek olacağı hiç aklıma
gelmezdi. Şah-ı Cerag türbesine girerken kadınları ayrı bir kapıdan alıyorlar.
Oradaki bayanlarla el kol işaretleri ile anlaşıyoruz ve bana beklememi
söylüyorlar ki sonra bir bayan elinde bir çarşafla geliyor ama o da ne;
üzerinde minik pembe çiçeklerin olduğu pekala bir yatak çarşafı, çaresiz
sarınıyorum. Çarşaf sarınmakta ne kadar becerikli olduğum konusu ise fazlasıyla
tartışmalı.
İkinci günümüzde Persepolis kalıntılarına
gidiyoruz. Kalıntılar Şiraz’a yaklaşık 55 km uzaklıkta. Yollar düzgün ve taksi
ile 1 saatte gidilebiliyor. Benzin ucuz olunca taksiler can yakmayan fiyatlara
sizi böyle mesafelere götürebiliyorlar hem de orada bekleyip geri Şiraz’a
taşıyorlar.
Milattan bin yıl kadar önce Perslerin
ataları bugünkü Güney Rusya’dan nedeni kendinde saklı göç akınları gerçekleştirmiş ve günümüz İran’ın güney
bölgelerini mesken tutmuşlar. Aka imparatorluğunun ilk taşlarını Kral Kirus (Cyrus
The Great diye geçiyor batılı kaynaklarda) yerine koymuş. Kirus ile ben daha
önce tanışmıştım. Türk boyu Sakalar’ın lideri Tomris Hatun ile kıran kırana
savaşa girdiği için. Hatta hikayesi de var. Hile ile Tomris Hatun’un sevgili
oğlunu öldürmüş, hatun da kendisinden intikam alma isteği içinde. Savaşı
kaybedip ölü ele geçirilince Tomris Hatun da Kirus’un kesik başını alıp kan
dolu bir tulumun içine batırıyor veee “Hayatında kana doyamamıştın şimdi doy
artık” diyor. İşte böyle; bizim Kirus, Türk sultanını meşhur ederken, Akaların
da ilk hükümdarı olarak tarih sahnesine ismini yazdırıyor. Bu arada onun
çocukları ve torunları da pek cengaver çıkıyorlar ve İran ve Anadolu gölgesini
kontrolleri altına alıyorlar. Bu arada I. Darius ve onun oğlu Serkes öne çıkan
hükümdarlar, nasıl öne çıkmasınlar. Kendilerine törensel amaçlarla kullanılacak
dev gibi bir şehir yaptırıyorlar. Acayip bir lüks düşkünlüğü de diyebiliriz ama
neyse biz Persepolis’in büyüleyiciliğine bırakalım kendimizi.
Ama gerçekten de öyle değil mi, o taşları
nasıl koymuşlar ben yine de düşünüyorum. Boğa heykelleri diyorduk ki lafımız
yarım kaldı; heykeller de dev kireçtaşı blokları işlenerek ortaya çıkarılmış.
Eşimle ben seyahatlerimizi kendi başımıza
planlayıp gerçekleştirmeyi seviyoruz, rehber de ayarlamıyoruz. Alıyoruz elimize
kitapları okuyoruz. Böylelikle özgürlük hissi tam oluyor. İşte yine elimde bir
Persepolis rehberi okumaya devam da kabul edelim sıkıcı iş her sütunu her taşı
ayrıntısı ile okumak. “Peki ben bunu nasıl itiraf edeceğim şimdiiii...” derken
o da ne bir Türk sesi. İşte hoş bir sürprizle karşı karşıyayım. Uçakta
karşılaştığım Türk grup o sırada Persepolis’i geziyor, üstelik Türkçeyi
muntazam konuşan bir İranlı rehber ile. Yine bir tarihi alan gezme klasiği ile
karşı karşıya kalmak sureti ile ben gruba davetsiz misafir olarak katılıyorum.
Biraz sonra eşim de katılacak bana. Bilgiler hoop geliyor. Burası yazlık saray
şurası kışlık saray derken öğreniyoruz her yeri. Neyse grupla muhabbet de
artıyor, çok sempatikler ki olumsuz durum yok yola devam…
Bu arada bir tarih bilgisi daha, I.Darius yaman
adammış; Anadolu’yu kontrolü altına alınca hızını alamamış dalmış Yunanistan’da
Akropolis’e. İyi bir dağıtmış oraları, bundan bir kaç yüzyıl sonra da İskender
diye bir deli adam yaka yıka gelmiş Persepolis’e kadar (ki macerası
biliyorsunuz Hindistan’a kadar uzamakta). Burada duraklamış biraz ama demiş ki,
hani şu I. Darius’un yazlık sarayı var ya onu lütfen yerle bir edin. Gerçekten
de şehir kalıntıları içinde en kötü yıkılmış yer bu kısım.
Persepolis’in yakınlarında bir de imparatorların
mezarlarının bulunduğu Nekropolis (Nakş-ı Rüstem diyor İran’da) var. Orayı da
çok şükür rehber eşliğinde geziyoruz. Kral mezarlarının anıtları yerden
metrelerce yüksekte dik bir kayalığın üzerine işlenmiş. İlk bakışta bir insanın
kol gücü ile oraya çıkması mümkün görünmüyor ama yine de mezar soyguncuları bir
yolunu bulmuş ve bu anıtların iç kısımlarını talan etmeyi başarmışlar.
İslamiyet dönemine kadar İran’da zerdüştlük dini varmış. Bu dine göre insanlar
toprağa gömülmüyorlar, kayalıklara mermer tabutların içine koyuluyorlar. Çünkü bu
inanışa göre, toprak da aynen hava, su ve ateş gibi kutsal ve insan cesedi ile
kirletilmemeli.
Bu arada Milattan bir kaç yüzyıl sonra ortaya
çıkan Sasaniler de aynı mezarlık anıtlarının üzerine kabartmalar yapmışlar. Tarih
sayfaları birbirine karışmış burada. Kabartmalarda neler mi var? Bildiğiniz
muhteşem krallar, tanrılardan yetki alıp düşmanları ayakları altında ezen figürler.
Acaba farklı bir senaryo olacak mı hiç bu tarihi resimlerde J.
Ancak yolu buraya düşenlere hususi bir hatırlatma, lütfen karakterlerin
parmaklarına bakınız. Çünkü o tarihlerde insanlar selam vermek için işaret
parmaklarını karşıdakine bükerek doğrulturlarmış, ki bugünkü bakış ile pek bir
komik görünmekte.
Yorgun bir şekilde dönüyoruz Şiraz’a. Ve bir itiraf daha; dünyadaki belli başlı antik şehirleri gezme skorunda bir tik daha atabiliriz. Ama hala Maçu Piçu erişilmezliğini korumakta. İnşallah ona da sıra gelecek bir gün.
Şiraz’ın park ve bahçelerini de pek
methediyorlar. İçlerinde en ünlüsü İrem Bahçesi, her yere olduğu gibi bu halka
açık olmasını beklediğimiz bahçeye de sıkı bir giriş ücreti (turistlere normal
ücretin 15 katı ödediğimizi bilmek de ayrıca can sıkıcı ama olsun...) ödeyerek
giriyoruz. Oldukça bakımlı geniş bu parkta biraz dolaşıp, kendimizi çimlere atıyoruz.
Kıyıda köşede çiftler var oturmuş sohbet halindeler. Bu şehirde nerede çiftler
görsek bir birlerine pek bir aşık hallerdeler. Özellikle erkeklerin bakışları
pek bir mani dolu. Hani bir söz vardır. “Seversin, kavuşamazsın, kavuşamayınca
da aşık olursun”. Şiraz’daki aşık çiftlere bakınca, bu söz geliyor aklıma.
Gariplerim, islami kuralların baskısı ile vuslat mümkün olmayınca hepsinin aşkı
depreşmiş, gözlerine vurmuş belli.
Son günümüzde biraz daha kapalı çarşı
gezmece... Sürekli kapalı olan Vekil Camii’nin acaba bu sefer açık mıdır diye
kontrol edilmesi ritüellerini gerçekleştirdik. İşin sırrı en sonunda anlaşıldı,
meğer içeride tadilat varmış da İngilizce bilmeyen gariban bekçilerin farsça
laflarını da biz anlamamışız. Kısmet değilmiş bu camiyi de görmek. Sonra
Sadi’nin mezarını ziyaret etme vakti geldi. Şimdi Hafız’ı ziyaret ettik Sadi’ye
gitmezsek gönlü kalır bizde. Sadi, Hafız kadar Şiraz’lı değilmiş, çok gezmiş
dolaşmış sonra dönüp bu şehirde yaşlanmış. Bundandır herhalde neredeyse boştu
bu mekan. Olsun biz görevimizi yapmanın haklı gururunu taşıyoruz
gönüllerimizde.
Dönüşümüzde otelimize gidip dinlenelim
diyoruz gece benim yolculuğum var. Bu arada eşim şanslı, izni olduğu için İsfahan’a
da geçecek. Ama otele gitmeden bakıyoruz biz yine kapalı çarşıdayız, nasıl
oluyorsa biz hep kendimizi burada buluyoruz.
Bu arada sırt kaşıma tırmığı satan amca iş değiştirmiş başka şeyler
satmaya başlamış, bir iki satıcı sanıyoruz artık bizi tanımaya başladılar bile.
İşte böyle derken otele dönüyoruz akşam için hazırlanma ve biraz dinlenme
zamanı.
Eşimden aldığım bilgilere göre İsfahan çok
daha güzel ve modern bir şehirmiş ama olsun Şiraz’ı sevdim ben doğal bir yer ve
İran’da benim ilk göz ağrım olacak hep.
Genel Yorumlar:
Herhangi bir İran şehrine giderken bilhassa
kadınlar için ilk mesele giyilecekler oluyor. Benim hepi topu üç günlük gezi
için en az bir kaç kere alışveriş yapmam gerekti. Uzun tunik, uzun etek, uygun
başörtüsü aldım. Orada sorun yaşamama gailesi ile bir hayli dikkatli olmaya
çalıştım. Başı örtmek zor, örtüyü kafada tutmak ondan da zor. Hele bir de
havalı olsun diye parlak kumaştan şal takmışsanız, kafanızdan sürekli arkaya
kayıyor. Ama ben yine de klasik şekilde çenemin altında bağlayamazdım örtüyü
omzumun üstüne atmalıydım. Ve bunu yaparken hiç aklıma gelmeyecek bir şey oldu.
Şiraz’daki ilk günümüzde acemice dakika başı şalımı düzeltip omzuma atarken,
içimdeki ses bana kendimi biraz daha kadın hissettiğimi söyledi. Hem işimin hem
karakterimin gereği ne kadar da boğulmuşuz gömleklere ve kot pantolonlara. Feminen
olmak isteği içimde kendini şaşırtıcı bir şekilde gösterdi. Ama bu duygu, baş
örtüsü takıp her bir yanını örtme saplantısı ile ortalıkta dolaşmamı o kadar da
kolaylaştırmadı. Uzun lafın kısası “zor iş vesselam”. Bu arada unutmadan Şiraz’daki
en matrak anımı da eklemeliyim. Sabah otelde kahvaltı yaparken Çinli gençler
gördük, pek de neşelilerdi. Ancak gençlerden biri kafasını örtmüş pekala ama o
da ne; bacaklarında çiçek desenli bir ince külotlu çorap onun üzerinde de
kısacık bir şort var. Belli ki kızcağız olayı tam anlayamamış. Takdir
edeceğiniz üzere kahvaltı servisi yapan görevlilerin gözleri fal taşı gibi
açılmış, şok haldeler. Biraz zaman sonra vicdanım elvermedi kendilerini en
kibar halimle uyardım. Hani beni ahlak bekçisi sanmasınlar, onların iyiliği
için uyardığımı anlasınlar diye acayip bir uğraş içinde iken etek giymesi gerektiğini
söylemeye çalıştım. Bildiğiniz Çin tatlı kızları çok teşekkür ettiler, kabul
ettiler. Gelin görün ki lobide karşılaştığımızda bir de baktık aynı kız bu
sefer gri bir tayt geçirmiş üstüne, eee günah bizden gitti….
İran’ın çaylarını ve çay bahçelerini çok
okumuştum. Ne yazık ki Şiraz’da tam bir
hayal kırıklığı oldu bu çay meselesi; sadece bir yerde demlik çay içebildik.
Diğer her yerde çaylar sallamaydı ve tadı çok kötüydü. Öte yandan yemekler süper
ve iyi fiyatlıydı. Sanıyorum hayatta yediğim en güzel kebapları orada yedim. Abguşt (Dizi de diyorlar bu yemeğe) adlı
geleneksel yemekleri de beni çok mutlu etti. O kadar koşturmacaya rağmen üç
günde bir-iki kilo aldığımı söylersem daha basit bir açıklama olur sanırım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder