20 Şubat 2012 Pazartesi

Cairns ve Melbourne Seyahati



Yaşasınnn iste yine yollara düşüyoruz. Hem de bu sefer önümüzde iki ayrı şehirden oluşan 12 günlük bir tatil var.

Tatilimize önceki Cumartesi günü saat 05:30 dolaylarında arabaya bir suru şeyi atıp 1200 km. yola düşmek suretiyle başladık. Bu yolu yaşadığımız Mount Isa adlı kasabadan en azından 12-13 saatte alabileceğimizi düşününce uygun bir saatti sanıyoruz. Hedefimiz kıtanın kuzey doğu kıyısında bulunan şirin turistik kent Cairns. Tabii yol boyunca ne kadar seyrek kasaba ve alışveriş imkanı olduğunu düşünerek koca çanta dolusu yiyecek, yedek benzin ve litrelerce de su aldık. Bakarsınız yollarda kalırız korkunç yabanıl koşullarla mücadele etmemiz gerekir değil mi?
Gerçekten de aslında simdi hesap ettim takriben 400 km boyunca hiçbir gerçek yerleşim merkezine uğramamışız, sadece bir tane içinde insan olan bir iki şey alınabilecek Burke and Wills Roadhouse adlı yeri saymak gerekir. İddiaya göre 1800 yıllarda keşife çıkmış soyadları Burke ve Wills olan iki macera perest tam buralarda yaşamlarını yitirmişler. Yol boyunca son 100 km’ye kadar bitki çeşitliliği doğrusu hiç de iç açıcı değildi. Araziyi 90% oranında pek yoğun olmayan sakız ağacı diye anılan sanıyorum Avustralya’ya has solgun ağaçlar kaplamaktaydı. Öğrendiğimize göre, bu sakız ağaçları bünyesinde yüksek miktarda su bulundurabildiği için uzun sıcak ve kurak mevsimlere dayanıyormuş. İçindeki suyun akış sesini duyduklarını iddia eden kişilere rastladım ben. Yani devenin bitki sekli diyebiliriz. Yol kenarları ise bol miktarda kanguru ölüsü ile ve başlarında doluşan kargalarla dolu. Gidiş yönünde aslında şanslıydık çünkü birçok da canlısı önümüzden hoplaya zıplaya geçip gittiler. Hatta birinin fotoğrafını çekme fırsatımız oldu. Aslında şanslıydık dememin sebeplerinden önemlisi hiç birine çarpmamış olmamız. Çünkü yola çok hızlı çıktıkları için bazen çarpmak kaçınılmaz oluyor. Yolculuğumuzun daha doğrusu yolun en kotu tarafı çoklukla tek şerit ama sadece ve sadece tek şerit olması idi. Bu hiç aklıma bile gelmezdi doğrusu. Karşıdan bir araba geldiğinde yanlarda kalan bozuk kısımlara çıkmak zorunlu oluyordu ki hızlı gecen arabaların sıçrattıkları tas çakıl yağmuru özellikle Savaş’ın sinirlerini bir hayli yıpratmaya yetti. Kah uyuyup (yani ben) kah gaza basarak en sonunda hedefimize iyice yaklaştık ki, en sonunda biz gariban taşralıların (buralarda taşraya outback deniyor) alışık olmadığı güzellikte tabiata ulaşabildik. Gerçekten de bol yeşillikli ve engebeli arazinin sağladığı hoş manzaralarla güzümüz acildi. Oldukça rüzgarlı tepelik bir alana da elektrik üretmek amacı ile rüzgar değirmenleri koymuşlar, temiz enerji kaynağı iste. Ve 13 saat sonra aksam saatlerinde kalacağımız otele ulaşmıştık.

Neyse ki otelimiz daha lobisinden hoş görüntüler sergiliyordu. Savaş’çığım da öncelikle karisinin memnuniyetini göz önünde tutarak deniz manzaralı oda rezervasyonu yapmıştı. Ancak odamıza çıktığımızda deniz manzarasının ancak balkonda yan tarafa bakma gayreti ile görülebildiğini fark edince hemen aşağıya inip olayın vahametini vurgulayan konuşmalarla gerçek deniz manzaralı odamıza yerleşebildik. Neden bunu böyle uzun anlatıyorum diye düşünecek olursanız cevabi ertesi sabahta saklı. Sabah olup da şahane deniz manzaramıza baktığımızda önceki aksam karanlıkta seçemediğimiz denizin aslında takriben yarısının balçık tipi bir şeylerden oluşuyor olması. Her neyse denize 1000 kusur km uzaktan geldikten sonra buna da şükür dedik, hem denizin yükseldiği saatlerde neyse ki balçık kısımlar görünmüyordu. 
Bu şehrin ve civardaki turistik kasabaların çok önemli iki özelliği var. Birincisi sanıyorum meraklıları için dünyaca meşhur büyük mercan resifleri ki bu bölgede kıyıya çok yakınlar. Mercan resifleri kıvrımlı yapısı ile birçok çeşit balık için güzel bir barınak ve beslenme olanağı sağlarken biz insan varlıkları için de şahane seyirlikler çıkarmakta. Şehirde bir suru tur imkanları dolu. Aslında en güzeli dalarak onları izlemek. Ama biz dalgıçlık tecrübemiz olmadığı için bu seferlik şnorkellerle idare etmeye karar verdik. Bir turun yakin adalardan birine götürmesi (Green Island) ile zaten uzaklara dalışlara hiç gerek kalmıyor çünkü kıyılar da bu resiflerle dolu ve gerçekten birçok çeşit balık, renk cümbüşü bir anda sizi karşılıyor. Hakkını teslim etmek lazım, abartıldığı kadar güzeldi denizin içi. Gecen sene sadece dev bir akvaryumla yetinmiştik. Bu sene kıyıda takıldık ama gelecek sene artik dalma eylemine geçebiliriz.

Bu bölgedeki ikinci çok önemli tabii güzellik de yağmur ormanları. Özellikle kuzey bölgelerdeki yağmur ormanlarının ortalama 120 milyon yıllık yaşı ile dünyanın en yaşlı yağmur ormanları olduğu söyleniyor. Biz konunun uzmanları olmadığımız için zaten aslında yaşının öneminden çok görsel güzelliği yetti bizim için. Yağmur ormanlarının sardığı tepelik alana önce eski bir tren hattıyla çıkmak inişte de teleferik hattını kullanmak en ideali. Tren hattı ile giderken özellikle dolambaçlı yolların arasında saklı sürprizler gibi yüksek şelaleler altlarda oluşan golcükler, oralarda yasama hayalleri insana çok hoş duygular yaşatıyor. Dönüşte ise teleferik ile tam olarak ağaçların üstünden geçerken hayata ve tabiata normal şartlarda hiç mümkün olmayan bir açıdan bakmanın güzelliğini yaşadık. Aralarda inip mola verebileceğimiz ve tabiatla yakınlaşabileceğimiz duraklar da mevcut. Molalarda görevli rehberler ağaç türleri ve yağmur ormanları ile ilgili özet bilgiler verdiler. 100'lerce yıllık yaşı olan ya da beton gibi sağlam ağaçları tanıttılar. Ya da asalak baksa bitki örtülerinin bazı ağaçlara nasıl musallat olduğu ve bazı ağaçların bu asalaklardan kurtulmak için ne gibi yollara başvurdukları öğrendiğimiz bilgilerdendi. Yağmur ormanlarının tepe kısmında hedef niteliğindeki kasaba sevimli ama aşırı turistikleşmiş bir yerdi.

Cairns’le ilgili olarak belirgin bir durum da uzak doğulu turistlerin büyük ilgi merkezi olması. Zaten uzak doğu kökenli insanların bir hayli yasadığı bir bölge, bol turist de eklenince ortalıkta bir suru çekik gözlü minik ince yapılı insanin dolaşması doğal oluyor. Bana çok sevimli gedikleri için bu durum hoşuma gitti. Ama Avrupa özellikle de İngiltere kökenli Avustralyalılar için durumun ayni olduğundan şüpheliyim. Bu vatandaşlarının çokluğu sebebiyle de her tarafta onların yemekleri, otellerde ikinci dil olarak bilmediğimiz alfabelerde açıklamalar, bize kendi turistik yerlerimizi hatırlattı. Örneğin biz Bodrum’a gittiğimizde her tarafın yabancılara yönelik olması bizi çok rahatsız ediyordu. Demek ki böyle bir duruma her yerde rastlamak mümkünmüş, tabii turistlere askıntı olan satıcıların burada bulunmadığını tahmin etmek zor değildir.

Tatilimizin Melbourne tarafına ise sabah çok erken bir uçakla Cairns’den uçarak başladık. Tatil zamanı sabahın 5’inde uyanmak sevimli olmasa da arabayla uç günde alınacak bir mesafeyi 3.5 saatte almak da fena bir şey değil hani. Melbourne’la ilgili özellikle benim en büyük çekincem havaların kotu olması idi. Ne de olsa orada daha bahar yeni başlıyor ve dediklerine göre bu şehrin havasına hiç güven olmazmış. Neyse ki hava son günü saymazsak soğuk ve yağmurlu değildi. Biraz buluta da razı olduk biz de.

Havaalanından bizi buradaki ilk dört günümüzü birlikte geçireceğimiz arkadaşlarımız aldılar. İlk günümüzü biraz dinlenme biraz çarşı pazar dolaşmakla geçirmeye başladık. Büyük alışveriş merkezi çarşılar dolaşırken, önce her şey güzeldi ta ki ben cüzdanımın çalındığının farkına varana kadar. Moralim bir hayli bozuldu ama elden ne gelir. Ee dünyanın her yerinde böyle şeyler başa geliyor demek ki.

İkinci günümüzde arkadaşlarımızın arabasının olması sayesinde yakında bir kasabaya gittik. Bu kasabanın olduğu bölgede, 1800’lerin ortalarında ilk altının bulunması ile ciddi bir altına hücum yaşanmış. Özellikle ilk yıllarda insanlar isini gücünü evini bırakıp buraya akın etmişler. Büyük külçe altınlar bulanlar olmuş. Hatta dünyada en büyük külçe 65 kg’la burada bulunmuş. Adı bile var: Hoş geldin külçesi. Simdi artik altın madeni neredeyse hiç kalmamış ama orada geniş tepelik bir alanı o ilk yılları tekrar canlandırmak amacı ile yapılandırmışlar. Bir sürü eski zaman yapıları, eski çalışanların hepsi o günlere uygun kıyafetler içinde. Yine o günlere uygun bazı şekerleme, demir isleri gibi üretimler de yapılıyor. Açıklayıcı bilgiler vs. Bir de müze eklemişler ve dünya kadar Avustralya altın madenciliği ile ilgili bilgi almak mümkün. Özellikle biz madenciler için çok ilgi çekici bir yerdi. Ee ilk gün için yeterince yoğun ve yorucu bir faaliyetti buralar. Dönüş yolumuzda ve sonraki günlerimizde oradan aldığımız şekerlemeler ağzımızı bir hayli tatlandırdı. Öte yandan bizi oldukça ilginç başka bir faaliyet bekliyordu. Arkadaşlarımızla Melbourne’da Türk’lerin yoğun yaşadığı Brunswick adlı bölgedeki meşhur bir Türk lokantasına gittik. Özellikle ben bir yemek canavarına donuştum diyebilirim. Yemek listesindeki her şeyi ısmarlamak hevesi içinde içli köfte, sarma, iskender, sucuklu pide, tatlılar derken çatlamaya yakin bir mide büyüklüğü ile olayı bitirdik. Yemekler belki en iyi örnekler değildi ama ben özellikle sucuğu çok özlemiştim.
Tadı harika geldi bana. Keşke servis de biraz daha iyi olsaydı. Zaten daha önce buraya gelmiş başka bir çift arkadaşımız ne zaman bir sipariş verseler başka bir şeyin geldiğini söylemişlerdi. Sanıyorum çok yanlış bir yorum değildi. Bu arada yine bölgede bulunan bir Türk kasabından aldığımız bir kaç kangal sucuğu kalan günlerde afiyetle midemize indirmeyi de ihmal etmedik.

Üçüncü günümüz de yine altımızda arabanın olması sayesinde şehir dışına doğru bir tur oldu. Bu sefer kuzey doğu taraflarındaki şarap üreticilerinin yoğun bulunduğu vadiye (Yarra Valley) doğru idi. Öncelikle yine o yakınlarda bulunan doğal yasam barınağına (Healesville Sanctuary) uğramaya karar verdik. Barınakta bilhassa Avustralya’ya has hayvanların bulunması biz okyanus ötesi insanları için heyecan vericiydi haliyle. Gerçi iki yıldır yollara çıktığımız seferlerde bolca kanguru görme fırsatımız olmuştu ama burada yürüdüğümüz yollarda karsımıza çıkması deli gibi zıplayıp kaçıyor olmamaları dahası dokunup sevebilmek, tam bir turist faaliyeti oldu bizim için. Bir kaç tane koala gördük ve tabii ki uyuyorlardı. Hayatlarını Avustralya’nın okaliptüs ağaçlarında geçirdiklerine kanaat ettik, elleri vücutları ile ağaç dallarıyla tam bir bütünleşme halinde idiler. Öğrendiğimize göre günün 18-20 saatini uyuyarak geçirirlermiş. Çok güzel hayvanlarmış gerçekten. İlgi çekici bir gösteri de yırtıcı kuşların beslenmesi gösterisiydi. Kimisi çok süratli kimisi her turlu hava koşuluna uygun hareketli ve kartallar ise oldukça cüretkarlar yemine ulaşmak için üstümüzden son derece yakin uçmaya aldırmadılar. Ve yarasalar, wallaby, platipuslar, sürüngenler, gece hayvanları, balık türleri bile vardı. Tabii daha aklıma gelmeyen birçok hayvan türü. Doğal yaşam barınağında geçirdiğimiz uzunca saatlerden sonra şarap bağları ve üretim yerlerine görece az zamanımız kaldı. Aslında Avustralya şarap üretimi konusunda bir hayli iddialı, üzüm çeşidi o kadar fazla olmasa da birçok marka bulmak mümkün. Ancak özellikle kırmızı şarapta tatları genelde bizim beklentimizin altında kalıyorlar. Burada bir iki şarap evinde tadım yaptıktan sonra dönüş yoluna geçtik.  

Dördüncü günümüzde Savaş’la ben tramvay hattını kullanarak nihayet şehir merkezine gitmeye karar verdik. Melbourne’da ve aslında Avustralya’nın hiç bir şehrinde yeraltı toplu taşımacılığı bulunmamakta. Sadece tren otobüs, tramvay bazen nehirlerde feribotlar var. Bir not da kasabalardaki tek iletişim aracı insanların kendi arabaları (taksileri saymazsak). Melbourne’da şehrin en merkezinde Federasyon Meydanı bulunmakta. Çevresini saran binalar belli bir tip mimari örnekleri, çoklukla galeri müze gibi işlevler görmekteler. Biraz merkezde takılıp dolaşıp ortamı tanımaya gayret gösterdikten sonra, içinde çoklukla modern sanat çalışmalarının sergilendiği galeriyi gezmeye karar verdik. Eee çağdaş sanatın çok gözlerimizi büyülemediğini itiraf etmeliyim (tabii bu çok kişisel bir yorum), en göz alıcısı sanatçıların bilfiil çalışmalarını içinde yaptıkları cam mağazası idi. Çılgın fiyatları olan şahane el isi cam eserlerin arasında gezerken kazara birini düşürmenin korkusu ile elim kollarım kenetlendi diyebilirim. Çünkü adamlar oldukça tehditkar bir şekilde açık açık yazmışlar: “Düşürürseniz ödersiniz!”

Ertesi gün arkadaşlarımızın gitme vakti geldiği için sabah onları uğurladıktan sonra, biz yine tramvay ile şehir merkezine doğru uzandık. Bu sefer hedefimiz Büyük Melbourne Müzesi ve çevresindeki parklardı. Bir müzede doğal olarak bulmayı beklediğimiz şeylerin dışında geçici olarak Mısır’dan getirtilmiş mumya örnekleri de vardı. Mumyalama teknikleri ve ilgili aletler ayrıca bir adet en hakikisinden mumya görme sansımız oldu. Müzenin diğer kısımlarında çok eski olmayan Avustralya tarihi ile ilgili örnekler, Polinezya adalarındaki ilkel deniz taşımacılığı ile ilgili botlardan örnekler, şaşılası büyüklükte ve çeşitlilikte kelebek ve böcek örnekleri bulunmakta idi. Çeşit çeşit tarantulalar, akrepler derken oramız buramız huylanmaya başladı tabii ki.

Cairns’e dönmeden önceki son günümüzde ise artik bol bol ortalıkta dolaşmaktan biraz yorulduğumuz için hava da biraz soğukça olduğu için biraz otelimizden geç çıkmaya karar verdik. Yol üzerinde Kraliçe Victoria Pazarı karsımıza çıkınca önce ona uğradık. Bu arada söyle bir dip not tutmak gerekir ki, Avustralya’da akla geldik gelmedik bir suru yerin adi İngiliz kraliçeleri, komutanları, valileri vb adları ile dolu. Gördüğünüz üzere pazarın adı bile. Akla gelebilecek her turlu gıda maddesi burada satılıyor anladığımız kadarı ile. Savaş önce biraz isteksizdi ama sonra biraz da olsa alışveriş yaptık. Kim derdi ki ince bulgur ya da kirik buğday bulmak bizi bu kadar sevindirsin. Ülkemizin tarzında pazarda; ya da hal demek daha doğru olur; dolaşmak pek hoşumuza gitti. Zavallı annem beni Ulus pazarına götürdüğünde oysa ona ne kadar da çok zorluk çıkarırdım. Daha sonra bu sefer klasik resim ve diğer görsel sanatların sergilendiği ulusal galeriye gittik. İste buraya vardıktan hemen sonra son güne ve görece az zamana bıraktığımıza gerçekten pişman olduk. Birçok boyumuzca yapılmış Avrupalı ressamların çalışması ve gezilebilecek dünya kadar salon. Gözlerimiz bayram etti. Ayrıca karşımıza çıkan eski oda müziği ve dans gösterisi de cabasi idi. Tam olarak bütün bölümleri gezmeye fırsatımız olmadan çıkmamız gerekiyordu. Çünkü bir çift arkadaşımız bizi bekliyordu. Onlarla bir kafede oturup şehrin üniversite bölgesini gördük.

Artik Melbourne’daki son günümüz ve bize donuş yolu görünüyordu. Şimdilik hoşça kal kış ve serin hava. Kalın kıyafetlerimizi valize doldurup havaalanına doğru yola cıktık. O günümüz sırf yolculukla geçti diyebilirim. Aksama doğru iste yine Cairns’de ve sıcak havalar bölgesinde idik. Otelde odamıza yerleştik.

Cairns’de son günümüzde Savaş’çığım şehirde halledilebilecek bazı islerini halletmekle çabalarken ben deniz kenarında inşa edilmiş dev havuzda yüzüp güneşlenerek geçirdim. Daha sonra tüm iyi niyetimizle biraz alışveriş yapmak istedik ama hala kendimize uygun hoşumuza giden şeyleri burada bulup almak konusunda zorlanmaktayız. Aksam biraz daha Çin mutfağının hazır yemeğe dönüşmüş sekliyle karnimizi doyurduk. Deniz kenarı güzel şey doğrusu, otelin içinde dolaşırken havuzun hala ılık olduğunu fark edince ben tabii hemen havuza girdim. Akşam çok güzel oldu yüzmek.

İşte her güzel şey gibi bu tatilinde sonuna geldik arabamızla dönüş yolu başlıyor. Ve yine bos, uzun ve zorlu yollarda direksiyon sallayıp evimize ulaştık.

Yazı : Fatma Şahin
Fotoğraflar : Savaş Şahin
Gezi Tarihi : 2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder