9 Şubat 2012 Perşembe

Kamboçya Seyahati



Kamboçya sınırından geçiş yaptıktan sonra Kamboçya’nın içlerindeki Siem Reap’a gitmek için otobüs beklediğimiz salonun önünde oldukça şaşkın ve ne yapacağını bilmez bir şekilde dikiliyorum. Önümdeki yol ülkenin ana yolunun tam olarak başlangıcı olsa da bu haliyle buna yol demek pek mümkün değil; tozlu ve büyük çoğunlukla mobiletlerin belli bir kural olmaksızın her tarafa doğru vınladığı düz toprak bir genişlik. Bina kuytularına istif edilmiş çöpler hiç toplanmamaktan her tarafa dağılmışlar. Ve ben bir yandan ne taraftan geleceğini anlayamadığım araçların kornaları ile irkilirken bir yandan da yeni ayakkabılarım kirlenmesin diye adımlarımı tane tane basıyorum… Son bir saat içinde bir zaman tünelinden geçtiğimizi hissediyorum. Peki bizim burada ne isimiz var? Burası Kamboçya, yakin tarihin gördüğü en büyük soykırımlardan birinin olduğu, dünyanın en fakir ülkelerinden biri…



Kamboçya’ya girişimiz Bangkok’dan bindiğimiz otobüsle Tayland sınırından oldu. Ne yazık ki vize alma işimizi sınıra bıraktığımız için, orada rüşveti gelir kaynağı haline getirmiş resmi görevlilerden en az zararlısını bularak ve birkaç saat sıra beklemekle uğraşarak ancak iki üç saat sonra kendimizi sinirin öte tarafına atabildik. Sınırı geçtikten hemen sonra ise 140 km. ötedeki Siem Reap şehrine gidebilmek için otobüs bekliyoruz. Otobüs biletini alırken bu yolu 5-6 saatte alacağımızı öğrenmiştik ama mesafenin bu kadar az olduğunu öğrenince insanın kafası haliyle karışıyor. Kendi kendimize ne yani saatte 30 km. mi gideceğiz diye olanaksız bir şeymiş gibi soruyoruz. Birazdan da anlayacağımız gibi, evet öyle olacak. Bir hayli mütevazı otobüsümüzle yola çıktığımızda daha ilk bir kaç dakikada yolun hiç asfalt olmadığını yine de sürekli çalışmalar olduğunu ve hala araçların her istikametten gelip gittiğini fark ediyoruz ve kafalarımızı 6 saatlik ilginç bir yolculuk için hazırlamaktan başka çaremiz kalmıyor. Olsun her şey ne kadar ilginç geliyor bize, inanılmaz toza rağmen ne kadar da gayretle camları açıp her şeyi görüp algılamaya çalışıyoruz.

Ara ara karşımıza çıkan derme çatma evlerin her tarafı toz olmuş girişleri arasında gördüğümüz ufak tefek insanlara gayretle bakıyorum. Bu kadar tozun arasında ne kadar da doğal görünüyorlar. Hatta şimdiden geçtiğimiz ufak tefek kasabalardan birinde bir mola versek de bakımsız evlerine tezat süslü girişleri olan sokaklarda yürüyüşe çıkabilsem diye içimden geçiriyorum. Her mahalle veya köyün giriş yolunda ortamla tezat oluşturacak gösterişte kapı benzeri yapılar var. Ve onca bol düz yeşillikler ve olmazsa olmaz pirinç tarlaları, minik göletlerde balık tutmaya çalışan insanlar, dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da muhteşem gün batımı. Dahası da var, araçların direksiyonlarının ne tarafta olduğunu tahmin etmeye çalışma oyunu, ne de olsa Tayland’da direksiyonlar sağdaydı bu ülkede ise solda. Kısacası her çeşit ve ülkeden araçla paylaşıyoruz yolu. Biraz daha karanlıkta gidelim, Siem Reap’a az kaldı. İnsanlar yavaş yavaş dökülmeye başladılar. Uyuklayanlar koltuklara gömüldüler ama benim hala hiç uykum yok. Şoförün muaviniyle biraz sohbette balık tutanların yağmurlar yağdığında da kurbağa topladıklarını öğreniyorum. Kurbağa etinin doğru pişirildiğinde çok lezzetli olduğunu da; ama teşekkür ederim ben yine de koyun ve dana etine talim etsem benim için daha hayırlı olacak.

Yolculuğun rehavet çökmüş son dakikalarına geldiğimizde ansızın Siem Reap girişinde bir senlik canlandırıyor hepimizi. Neyi kutladıklarına hayret ediyoruz, sonra bizim muavinden bu şenliklerin her yıl 7 Ocak’ta, halkın Vietnamlılar tarafından Kızıl Khmerlerden kurtarılmalarının yıl dönümünü kutladıklarını öğreniyoruz. Şehre gelmemizle birlikte zaman makinesi aniden tekrar günümüze donuyor hatta belki birazcık da ileriye, çünkü aniden iki yanımızı dev lüks oteller kaplıyor. Bu kadar çok ve şatafatlı oteller cennetinin sebebini anlamak için kısa bir dipnot; Tayland’da kumar yasak ve bu büyük ve lüks otelleri sadece tarih turizminin besleyemeyeceği de aşikar, belli ki burası Türkiye’nin Kıbrıs’ı olmuş. Bizim otelimiz o kadar şatafat sahibi olmasa da gayet hoş, yarına hazır olmak için hop yatağa, yarin Angkor Wat gezilecek…

Angkor Wat, ortalama bin yıl kadar önce bölgenin süper gücü olmuş Khmer’lerin başkenti. En dehşetli tarihi yapıların odak noktası. Daha otel kapısında bekleyen tuk-tuk’çular saatlerce bizim hususi şoförümüz olmaya amade bekliyorlar. Biraz pazarlık işte tıngır tik-tik yoldayız. Tuk-tuk ne midir, önde bir şoför motosiklet benzeri bir aracı sürerken ona bağlı yanları acık oturaklarda müşteriler gidiyor. Herkes adının sesinden kaynaklandığını soyluyorlar ama bence adi tik-tik olmalıydı, herr neyse. Heyecanlıyım çünkü daha önce hep Anadolu tarihi eserlerini gördüm, Avustralya’da ise böyle tarihi yapılar ne gezer. İste simdi oldukça farklı tarzda yapılar görmeye hazırız. Angkor Wat aslında buradaki birçok şey gibi anlatılmaz yaşanır. Ancak belli başlı dikkati çeken detaylardan bahsedebilirim. Okuduğumuz kaynaklarla uyumlu olarak gözlemlerimize göre Khmerler büyük mimarlar değiller, yapılar bizim alışageldiğimiz mimari eserlerden daha basit tekniklerle inşa edilmiş, ama bunu kapatan çok önemli özellikleri büyük tas ustaları olmaları. Her ne kadar yapıların içine girip de tasların ne kadar hoyrat dizildiklerini görsek de dışarıdan daha da önemlisi uzaktan bakıldığında son derece heyecan verici ve görkemli görüntüleri var. Duvarlar bitmek bilmeyen eski hikayelerin anlatıldığı oyma işlemelerle dolu. Şimdilerde Kamboçya’da ağırlıklı din Budizm ama o zamanlar toplumun esas etkilendiği Hint kültürü imiş, hikayeler, heykeller hep eski Hint masalları ve efsaneleri ile dolu, aslında hikayelerin özü hep aynı, iyi ile kötünün savası; bol bol normal insanlarla garip yaratıkların savaşları resmediliyor. Ama tabii ki 50-100 metre




 boyunca bu savaş sahnesinin doldurulduğunu görmek muhteşem bir etki yaratıyor ziyaret edenlerin üzerinde. Khmer imparatorluğunun şöyle de tezat bir yasam hikayesi var. Hint kültüründen etkilenildiği ilk yüzyıllarda, krallar kendilerine ilahi anlamlar verirlermiş. Bir nevi tanrı Isva’nın dünyadaki temsilcisi ki halk böylesi bir varlık için ne kadar çalışsa azdır. Zaten bu mantıkla dev tapınaklar çarpıcı yaşam alanları oluşabilmiş. Ama bundan da önemlisi tarihin en önemli sulama sistemleri de ayni halkin özverili çalışması sayesinde ortaya çıkarılmış ki bu şekilde bölge pirinç kazanı haline gelmiş. Buğday Anadolu için tarih boyu ne olmuşsa pirinç de Doğu Asya için aynı vaz geçilmez öneme sahip. Yani bol üreten güç sahibidir. Ancak ne zaman ki basa Budist bir kral geçmiş ve toplum da yavaş yavaş Budizm’i esas din olarak benimsemeye başlamışlar, artik kralların eski gücü kalmayınca halki da eskisi gibi şiddetle çalıştıramıyorlar. Daha az is gücü daha kotu sulama daha az pirinç daha az güç derken imparatorluk gerilemeye başlıyor. En azından tarihçilerin yalancısıyız, gel gör ki totaliter rejimin etkili olduğu bir sistem garip değil mi?


          
Khmerler’in eserlerini 3 gun sabah aksam gezenler de var, zira esrler derken bir iki saraydan bahsetmiyorum aslında. Çok geniş bir alana yayılmış sayısız mimari yapıdan bahsediyorum. Kimisi biraz daha küçük kimisi biraz daha büyük ve görkemli çeşit çeşit yaplar kilometrelerce alanı kaplamış durumda. Sanıyorum günümüz eserleri içinde dünyanın harikaları arasında kesinlikle yerini alabilir.  Ancak bizim için 1.5 gun Siem Reap’ta yeterliydi, aslında bu kadar bir süre planlamıştık. Ertesi gun sabah erkenden tekneyle yapacağımız seyahat için Tonle Sap nehrinin kıyısındaki balık pazarına ulaştık. Teknemiz bizi bekliyordu, çevresi ise geceden balıklarını toplamış balıkçı kayıkları, salları, balık satanlar ve alanlarla doluydu. Balıkları nehir kıyısındaki küçük teknelerinden hemen ilerideki küçük kulübelere satmak üzere taşımakla meşguldüler. Bilerek ya da bilmeyerek meraklı turistlere bol bol poz veriyorlardı. Önümüzde 5 saatlik harika bir nehir gezisi bizi bekliyor, sonra Kamboçya’nın başkenti Pnom Penh’e varacağız. İşin en harika kısmı teknenin üzerindeki düz alana çıkıp kendimizi açık havanın rüzgarına ve güneşine bırakmaktı. Harika yeşillik manzaralar, ucu nehire dayalı yöreye özgü evler ve teknelerden, kıyılardan, hatta okullardan bizi görüp de el sallayan çocuklar, dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da coook tatlılar. Kabul ediyorum rüzgar ve güneş çarpmaya başladı bile ama biraz daha dayanmak istiyoruz, biraz daha tadını çıkarmalıyız. Yanan suratımızla ve kazan olmuş kafamızla sonra da ilgilenebiliriz.



İnternette wikitravel’da Pnom Penh’i okuyanların ilk karsısına çıkacak mesaj bir nevi uyarıdır; “Bu şehir başka Uzak Doğu Asya ülkelerine gitmiş turistler için bile zorlayıcıdır. Kendinizi toparlanmaya çalışan ve hala pek çok bölgesi derbeder bir şehirde bulmaya hazırlayın”. Ve çok haklılar, burası kesinlikle standart turistik yaklaşım anlayışı içinde yer alamaz, Gerçi bu yorum ülkenin her yeri için geçerli aslında. Bu sefer daha tedbirliyiz. Otelimize yerleştikten sonraki ilk isimiz bir sonraki durağımız olan Vietnam için vizemizi almak oldu. Her ne kadar buraya gelen seyahatkeşler şehri ayrıntısıyla tanıma merakı içinde olsalar da, yine de şehir turistlerin çoğunu belli bölgelere atıyor. Nehir kenarındaki büyük ve uzun cadde (İzmir’in kordonu gibi) bir çok kafesi, masaj salonu ve alışveriş yeri ile tam olarak turistlerin gözde mekanı. Burada da bol miktarda yöresel yemeklerden tatma imkanı bulabiliyor ziyaretçiler. Ve sayısız sokak satıcısı, dilenciler, tuk tukçular yakanızı bir an olsun bırakmıyor.

                                                      

Şehrin kraliyet sarayı da yine ayni sokağın bir ucunda yer alan klasik bir turistik nokta. Tipik Güneydoğu Asya stili yapılarıyla oldukça güzel bir yer ancak genel sefaletten kendi payına düşeni almış. Ayakta olabildiğince hoş durabilmek isteyen binalar, yıllar içinde Fransızların başa getirdiği krallara ve ailelerine ev sahipliği yapmış. Su anki kralın başa geçişi için yapılmış törenlerle ilgili bol miktarda bilgi fotoğraf maketler vs, yine de beni pek heyecanlandırmaya yetmiyor. Ne kadar da içi boş unvanlar olduğunu bilirken etkilenmek ne mümkün. Saray her devrim sonrasında olduğu gibi Kızıl Khmerlerin eli kanlı liderlerini de konuk etmiş.

Kraliyet Sarayı’ndan sonra hemen karsısındaki sokakta bulunan sayısız ipek mağazaları daha heyecan vericiydi benim için, giderek bastıran sıcak ve biraz da rutubete rağmen hemen hiçbirini görmeden kaçırdığımı sanmıyorum. Bu arada hatırlatayım, bu sıcakları biz bölgenin kışında yasamaktayız. Aslında bu diyarlarda 4 mevsim yaşandığı söylenemez. Kıs ve yaz olarak ayıracak olursak, birincisi normal sıcaklar ve daha az rutubet, neredeyse hiç yağmur yağmıyor. İkinci mevsim ise çok sıcak, rutubetli ve çok fazla yağmur var. Nisan – Ekim ayları arasında buralara tatil hiç tavsiye edilmiyor.

Pnom Penh’de yeni bir güne başladık. Simdi ise yeşillik bir alanda yavaş yavaş dolaşıyoruz. Ağaçların arasından son derece hoş görüntülü bir gölet çıkıyor karsımıza. Kuşların konduğu nilüferlerin açtığı yeşillikler içinde huzur dolu bir ortam. Eskiden buralar meyve bahçeleri imiş, ama biz buraya tamamıyla başka bir sebepten geldik ve bütün bu dingin manzaraya rağmen ne ben ne de çevremdeki hiç kimse huzur içinde değil. Pol Pot’un “Killing Fields (Ölüm Tarlaları) ismiyle bilinen işkence ve soykırım alanındayız. On dakika kadar önce belki de bu seyahatim boyunca beni en çok etkileyen anı yasadım. Daha bir kaç metre arkamda kule gibi bir anıtın içi kat kat kuru kafalarla dolu, kafamı kaldırdığım anda karşımda daha ben küçük bir çocukken yasayan birinin kafatası ile burun buruna geliyorum. Bu insanlar Kızıl Khmer’lerin kurbanları. Her adımda bir başka korkunç hatıra var. Çevremiz toplu mezarlardan kalma çukurlarla ve bu çukurlarda daha 30 yıl önce katledilen ve gömülen insanlardan kalan elbise ve bez parçalarıyla dolu. Başka bir kösede camekan içinde kurbanların üzerinde hala sağlam kalmış kıyafetler görülüyor. Hele çığırtkanın ağacına ne demeli; tam bu ağacın bulunduğu noktada işkence sırasında çıkan sesleri bastırması için bir kişi çok yüksek sesle şarki söylermiş. Biz turistler ise afallamaktan çarpılmış suratlar, ya irileşmiş ya da kısılmış gözlerle dolaşmaktayız.

                                    




Kızıl Khmerler 1975 yılında yönetimi ele geçirdiler. Bu tarihten önceki yıllar içinde ise Fransa’nın, Amerika’nın ve onların elinde şişirilmiş asilzade (!) bozuntusu ailelerin elinde köylü halk ezilip fakirleşiyor. İçlerindeki nefret ve hınç büyüdükçe komünist gerillalar haline gelip ormanlara çekiliyorlar. Sonuçta fırsatını bulunca başlarında Pol Pot gibi ne istediği tam belli olmayan çılgın liderlerin arkasında bu gerillalar dalıyorlar şehirlere. Uydurma sebeplerle bütün şehir insanlarını taşralara atıp pirinç tarlalarında çalıştırmaya zorluyorlar. Hani bu kadar zaman rahat etmiş ya şehirliler simdi çalışma sırası onların, ama zamanla işler çığırından çıkıyor ve histeri krizleri içinde en ufak şüphede düşman gözüyle bakılan herkesi zulmedip öldürmeye başlıyorlar. En tuhaf ve acı verici olan ise bu çılgınlığa tüm dünyanın göz yumması hatta kimi ülkelerin silah ve teçhizatla yardim etmiş olması. Sonuçta halkı bu işkenceden kurtaran Vietnam’ın ülkeyi işgal etmesi oluyor. Sonrasında ise daha mide bulandırıcı olan şey ise Vietnam’ın Birleşmiş Milletlerle Pol Pot ve adamlarının rahat içinde yasaması için masaya oturmak zorunda kalmış olması. Vietnam Pol Pot’un cezalandırılmasını isterken Birleşmiş Milletler buna izin vermiyor ve bu iğrenç adamların çoğu hiç ceza almadan evlerinde ölüyorlar. Bir nevi Amerika’nın Vietnam’dan intikamı.

                                             













Bu kadar tarih bilgisi yeter değil mi ama biz daha bitirmedik zorlu günümüzü, sırada şehirdeki okuldan bozma hapishane var. Binlerce insanın yargılandığı ve idam edildiği S-21 kod adlı bina. 4 yıl içinde buraya getirilen 14 bin kişiden sadece 8 kişi sağ çıkabilmiş Pol Pot zulmünden. Önce buraya getirilip sorgulanan “siyasi” mahkumlar, sorgulama ve işkence sonrasında biraz önce anlattığım Ölüm Tarlalarına götürülüp katlediliyormuş. Ziyaretçileri her yaştan kurbanların çekilen hüzün dolu fotoğrafları karşılıyor. Ve yürekleri yakan sayısız hikayeler... Aynı milletten insanların birbirlerine neler yaptıklarını, yapabildiklerini göstermesi acısından ibret verici bir hikaye Pol Pot hikayesi. 

Kamboçya’dan aldıklarımızı zihnimize, fotoğraf makinemizin müthiş küçük hafızasına ve çantamızdaki ipeklere ve ucuz kıyafetlere ayrılmış köselerine yerleştirdik artık ayrılma zamanı geldi. İstikametimiz biraz daha güneye Vietnam'ın güneyinde bulunan Saygon’a doğru (şimdiki resmi adi ile Ho Chi Minh City- Yani Ho Amca’nın Şehri). Kamboçya’da çok daha uzunmuş hissi veren 5 günden sonra biraz daha düzgün bir otobüs ve söyle böyle asfaltla kaplı yolları görmekle biz sevinmeye başladık bile. Sorunsuz bir yolculuk ve dünyanın en tatlı hostesinin sunumları ile sınıra geliyoruz; “Leydiiiz end centilmin işte Vietnam sınırındayız!”

Kamboçya’da geçirdiğimiz zaman boyunca aklımızda sayısız düşünceler birbirini takip etti durdu. Beynim sanki cam kutudaki bir cıva gibi hızlı bir şekilde oradan oraya gitti geldi… Bazen acıma bazen kızgınlık ve sürekli olarak gördüklerimizi anlama çabası… Sürekli olarak bu halkin yakın tarihte neler çekmiş olabileceğini, nasıl böyle bir noktaya varabildiler, süreç içinde kimler daha suçlu-sorumlu idi ve bunun gibi sayısız soru insanın beyninde dolaşıp duruyor. Ne kadar da rahat hayatlar yasadığımızı fark etmek, buradaki insanların hayatlarıyla yüzleşmek çok çarpıcı bir tecrübe, hazmetmesi ne kadar da zor bir ülke burası. Ama bir o kadar da insanın naif taraflarını ne kadar da törpülüyor, ne kadar da insanin ufku açılıyor, farkında olmadan çok şeyler öğrendiğimizi fark ediyoruz. Hayatim boyunca unutmayacağım 5 gün geçirdiğimin farkındayım. Öyle ya da böyle, her ne kadar etkilenmiş olsak da gördüklerimizden, biz memleketlerimize döneceğiz, kendi hayatlarımızı yaşamaya devam edeceğiz. Aklimizin bir kösesinde bu hayatlar kalsa bile biz alamadığımız eşyalar ıvır zıvırlar ve ufak tefek şeyler için dertlenmeye devam edeceğiz. Bu insanların, bıraktığımız hayatlarını yasamaya devam ettiklerini bile bile... Hayatin en temel ve basit gerçeği...


Yazi : Fatma Sahin
Fotograflar : Savas Sahin
Gezi Tarihi : Ocak 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder