9 Şubat 2012 Perşembe

Kudüs Seyahati

Kudüs Gezisi;


Kudüs’e gitmeye karar vermemiz yaklaşık 1 dakika sürdü. Seyahate çıkma iştahımız (bilhassa benim) açılmıştı, oğlumuz Bora’yı babaannelere bırakıp birkaç günlüğüne nereye kaçabiliriz diyorduk. Kış vakti olacaksa güneyde bir yer olsa derken eşim Savaş’ın ağzından “Kudüs nasıl olur?” lafı çıktı. Ve ben havada yakalayıp “Evet evet kesinlikle, muhakkak Kudüs’e gitmeliyiz. Tamamdır bu iş… (ve bu minvalde daha bir çok kelime)” sarf ettim.

Doğal olarak araştırmalara başladık; ancak bu Kudüs’e gitmek o kadar da kolay bir şey değilmiş. Öncelikle uçakla Kudüs’e değil Tel Aviv’e gidiliyor. Orada dillere destan bir nevi şehir efsanesine dönmüş İsrail gümrük kontrollerinden geçiliyor. Vize gerekiyor mu? Eğer pasaportunuzda bir Arap ülkesine girip çıktığınıza dair damgalar varsa zaten vizeyi de unutun. Tel Aviv Kudüs arasını nasıl alacağız. Haberlerde hep çatışmalarla, savaşlarla konu olan yerlere gidiyoruz. Her ne kadar şu dönemde ciddi olaylardan bahsedilmiyorsa da yine de insan acaba tepemize bir bomba düşer mi diye tedirgin oluyor. Bunlar başlangıç soruları idi.

Arap ülkelerinin damgaları olmayan, vize istenmeyen bir pasaport olarak,  Avustralya pasaportlarımızı kullanmak bir çok sorunu atlamamızı sağladı. Havalimanı - Kudüs’te otel arası transferi paraya kıyıp seyahat acentesi aracılığı ile yaptırdık. İyi para ödedik ve ne yazık ki hiç de o kadar gerekli olmadığını oraya gidince anlamış olacağız. Artık uçak biletlerini alalım oteli ayarlayalım tamamdır bu iş yupiii.

Ve yolculuğa çıkma günümüz geldi çattı. Çantalar hazır. Ne kadar uğraşsam da Kudüs ile ilgili bir seyahat kitabı bulamadım ama şükür internetten indirdiğim kitap i-padimizde ve elimde çeşit çeşit çıktılar var. Kutsal mekanlar için gerekli olacak başörtüm uzun eteğim valizimde. Ankara’dan İstanbul’a uçak sabaha karşı 04:30’da acaba sabah 3’e kadar uyusak olur mu falan filan diye düşünürken aman Allah’ım bir de ne göreyim lapa lapa kar başladı.  Çok tedirgin olduk yine de gece yarısı olmadan bembeyaz karla kaplı yollar üzerinde direksiyon sallayarak tam macera yolculuğumuza başladık. Hayatımda ilk defa ana yolların bile bu kadar kar olduğuna şahit oluyorum. Neyse ki hava limanına sorunsuz ulaştık. Ve uçağımız sadece 30 dakikalık bir rötarla kalktı..Bu arada tazyikli alkol ile uçağın komple kardan yıkanması ilginçti. İstanbul’dan sonra Tel Aviv’e de sorunsuz uçtuk. Elimize pasaportlarımızı aldık geçeceğiz kontrolden. Veee sorgu başladı, nereden geliyorsunuz, babanızın adı nedir, babanızın babasının adı nedir, buraya geliş sebebiniz. Telefonlarınız e-mail adresleriniz vb vb vb. Lütfen şu odada bizi bekleyin. Sonra yine sorular sonra yine beklemek. Artık bu süreçte neye baktılar neyi kontrol ettiler bilinmez. Ama biz bekledik işte. Her neyse başka sorun yaşamadan ülkeye giriş iznini aldık. İşte şimdi İsrail’deyiz. Değişik kategorilerde tanımlanabilecek ülkelere gelmek ilginç bir duygu. Tabii burası halkının ortak paydasının din olduğu bir ülke. Buraya yerleşmiş ve hepsinin ortak paydası Yahudilik olan bu insanların kökenleri değişik yerlerden, Rus kökenli Aşkenazi’ler, İspanya kökenli Sefarad’lar, diğer doğu ve kuzey Avrupa’lılar ve daha niceleri burada toplanmış. Türkiye’den de gelenler var tabii. Ten renkleri, yapıları çeşit çeşit ama yine de güçlü bir birlik içindeler. Bu şekilde bir bağ gücü herhalde başka örneği görülemeyecek bir durum.




Lüks !! transferimiz için şoförümüz elinde tabelası ile bizi bekliyor. Araba ile sandığımızdan kısa ve çok daha emniyetli görünen otoyolda Kudüs’e ulaştırdı bizi. Her hangi bir taksiye atlasak pazarlık yapsak da pekala olurmuş; her neyse. Yolda coğrafya sanki aynı bizim memleketimiz gibiydi.  Çok yoğun yerleşim yerlerinden geçmedik. Gördüğümüz yapılar ise Kudüs’te de hep göreceğimiz şekilde Kudüs taşı dedikleri açık renk taşlardandı. Öte yandan takside çalan İbranice müzikler tam olarak Arap müziği idi. Kültürlerin bu kadar yakın bazen de ne kadar uzak olduğuna örnekler zaman zaman karşımıza çıkacak. Otele geldiğimizde acaba daha ziyade yorgun muyuz yoksa aç mıyız diye düşününce fark ettik açlıktan tırmalıyoruz. Hem kim takar burada yorgunluğu, hemen yemek yemeye gidelim. Süratli bir hafif raylı tren bileti almayı öğrenme süreci; trendeyiz; şehir merkezindeyiz; ve güzel bir restorandayız. Hem de karşımızda dillere destan eski şehir bizi bekliyor. Yemek yerken çevreme bakınmaya başladım bile. Garson kızlar hep sarışın. Çevremdeki insanları kategorize etmek de pek zor. Anlamaya çalışacağız ve göreceğiz bakalım…




Düşününce dünyada en önemli şehir neresi diye sıralama yapmaya kalksak, soruya ekonomik açıdan bakanların New York demesini saymazsak sanıyorum Kudüs bu sorunun cevabı olabilir. Burası üç İbrahim’i din için de kutsal sayılan bir yer. Tarih boyunca uğruna çok savaşlar yapılmış, kanlar dökülmüş. Ve yine yüzyıllardır milyonlarca insanın hacı olmak için akın ettiği mekanları barındırıyor. Kudüs tarihte Babillilerin, Romanın, Bizans’ın, Osmanlının kontrolü altına girmiş. Daha sonra 1 Dünya Savaşı ile birlikte İngilizler bir süre sömürge zihniyeti ile kontrolü ele almışlar. 1947 yılında Birleşmiş Milletler içinde yapılan bir oylama ile Yahudi halkına Filistin topraklarının %50’den fazlasının verilmesi oyla kabul edildikten sonra ve 1948’de Arap ülkeleri ile yapılan savaşın yine Birleşmiş Milletlerin araya girmesi ile bazı anlaşmalarla barışla sonuçlanmasından sonra artık bu topraklarda İsrail Devleti de zuhur etmiş. Aslında Kudüs’ün kontrolü Birleşmiş Milletlerde kalmış, hala da öyle ancak İsrail Meclis’i Knesset bu şehri kendine başkent ilan etmiş durumda. Ben şahsen Kudüs’te bulunduğum süre içinde bir İsrail şehrinde olduğumu düşündüm diyebilirim. 

Eski şehrin çekimine karşı durmak zor. Zaten onun için burada değil miyiz? Elimizde sokak haritası en yakındaki Jaffa Kapısından giriş yapıyoruz. Şehir dikdörtgen Osmanlı döneminden kalma surlarla çevirili, 7 tane kapısı var. Surlar içinde kalan alan dört mahalleye ayrılmış. Bunlar Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ve Ermeni Mahalleleri olarak belirlenmişler. Ben gezdiğimiz sıralamaya göre anlatabileceğimi sanmıyorum çünkü biz dolaşırken mahallelerin birine girip birinden çıkarak yaklaşık 2 – 2.5 günümüzü geçirdik. Yaklaşık 1 km2’lik bir alanda nasıl bu kadar dolaşabildik anlamadık ama dolaşılıyor işte. Ama içinde neler var neler... İnsanın aklını havsalasını aşacak yoğunlukta ve derinlikte. Ben bu nedenle mahalleleri sırasıyla yazmak isterim.




İlk olarak Müslüman mahallesinden bahsedeyim. Bu içlerinde en büyük olanı ve kutsal yapılara Müslümanlardan başkaları alınmadığı için de en özel bir yere sahip olanı. Mahallede hediyelik eşya, deri çanta gibi ürünlerin satıldığı küçük mağazalar var. İnsanlar satmak için bize askıntı olmuyorlar ama bir de dükkanlarına girelim başlıyor ısrarlar pazarlık çalışmaları. Müslümanlar için kutsal olarak kabul edilen alan Harem-ül Şerif (Tapınak Dağı) olarak anılıyor; geçişlerden birine yaklaştığımız zaman görevliler “Stop stop stop…” diyerek durdurdular bizi. (Not: Buraya Müslüman olmayanların alınmamasının sebebi kundaklama vakaları ve başka bir olayın çıkma ihtimaline karşı bir tedbir. Vaktiyle çılgın bir Avustralyalının Mescid-i Aksa’yı kundaklama olayı olmuş. Ayrıca iki radikal Yahudi’nin girişimi de olmuş.) İlk gün acele ile tam hazırlıklı çıkmamışım başım açık ayağımda pantolon. Nüfus cüzdanlarımızdaki İslam ibaresini gösterip giriş izni alıyoruz ama ben kapüşonumu sıkıca takıyorum ve kabanımla elimden geldiğinde üstümü örtüyorum ama hala yeterli değil insanlardan eleştiriler alıyorum. İlk gün için kısa bir ziyaretle yetiniyoruz ama ertesi gün bir güzel eteğim, baş örtüm hazır gidiyoruz. Yine sorunsuz girişin ardından rahat bir şekilde gezintiye başlıyoruz. Cami olarak kullanılan başlıca iki yapı var. Altın sarısı kubbesi olan yapıyı çoğunluk kişiler Mescid-i Aksa sanıyorlar ama aslında o diğeri. Bu da Kubbet-üs Sahra; ingilizcesi Dome of the Rock. Bunun tabanında doğal hali ile bulunan dev bir kaya yığını var. İnançlarımıza göre Hz. Muhammed göğe yükselmek için atı Burak’a buradaki taşlardan birinin üzerinden binmiş. Ama birçok kaynak da Mescid-i Aksa noktasından bindiğini söylüyor. Genellersek bu alandaki bir taştan atına binip göğe yükselmiş diyebiliriz. Ayrıca Kudüs Müslümanların ilk kıblesi. Hz. Ömer zamanında Müslümanlar tarafından ilk olarak ele geçirilmiş. İlk defa onun zamanında Hz. Süleyman döneminden kalma kalıntılar yeniden Müslümanlarca inşa edilmeye başlamış. Osmanlı padişahlarından da Kanuni, Kudüs’ü fethetmiş. Onun döneminde de bu surlar ve yeni yapılar inşa edilmiş. Mescid-i Aksa’nın duvarları mavi desenli çinilerle süslü. Mavinin her tonu fayanslara ve duvarları süslemeye çok yakışıyor burada da durum aynı çok zarif görünüyor. Ayrıca memleketimizden geldiklerini bilmek de ayrı bir hava veriyor insana. Restorasyonlar da yine Türkiye’den gelen malzemelerle devam ettiriliyor. Çalışan görevlilerden biri benim Türk olduğumu öğrenince diyor ki “Look at the crescent of Erdoğan at the top of the dome”.




Aslında Başbakan Erdoğan’ın ismi çeşitli ortamlarda karşımıza çıkıyor. Filistinlilerce sevgi ile İsraillilerce de kırgınlıkla (muhtemelen daha ziyade hınç ve kızgınlıkla ama bize kırgınlık kısmını belli ettiler). Bilhassa Yahudi vatandaşlar Türkiye ile aralarının bozulması konusunda kendilerini çok kötü hissediyorlar. Nüfusu Müslüman olup da aramızın iyi olduğu tek ülkeydiniz diyor otel görevlisi. Her iki yapı da aslında cami ve namaz vakitlerinde bir hayli kalabalık oluyorlar. Biz de vakitler arasında kendimiz namaz kılmaya karar verdik. Dört rekat Mescid-i Aksa’da ve 4 rekat Kubbet-üs Sahra’da namaz kıldım. Sonra dua faslı başladı tabii ki. Başta oğlum Bora’ya, yakınlarıma ve dünya barışına kadar yakarışa dönüştü benim seremoni. Bu arada şunu fark ettim ki ben dua ederken ahenkli bir şekilde bir ileri bir geri sallanıp durmaktayım. Durdum biraz kendime biraz çevreme baktım sonra yine biraz dua edeyim dedim yok mümkün değil sallanmadan olmuyor bu dua etme ritüeli. Bu konuya daha sonra yine değineceğim. Daha önce bahsettiğim gibi Müslümanlar için bu Mekke ve Medine’den sonra en kutsal mekanda bahçesinde elimizden geldiğince havayı solumaya çalıştık. Ayrıca Yahudiler için de aslında erişilemeyen kutsal bir yer burası.  Gerçekten iyi korunmuş, izole haliyle manevi önemini insana yeterince hissettiriyor. Dünya üzerinde bu kadar çok insan için bu derece önemli olması etkileyici ama bütün seyahatim boyunca aklımdan çıkmayan şu düşünce de benimle gelmekte “Bu kadar kutsal ve uğruna bu kadar kan dökülmüş”. Din uğruna savaşların bu kadar fazla olduğu gerçeğini düşünmekten kendimi alamıyorum.




Normal namaz vakitlerinde bu mekanların kalabalık olduğundan bahsettim ama asıl burayı Cuma günü göreceksiniz. Özellikle ayarlamadık ama tam Cuma namazının bitiş vaktinde Şam Kapısından (Damascus Kapısı) giriş yapmış bulunduk. Karşımızdan gelen kalabalığın bir zaman sonra azalacağını varsayarak fazla duraklamadık ama ne fayda kalabalık hiç bitmiyor. Üstelik sokak satıcıları akla ne gelirse bu yığının ortasında satış yapıyorlar. Biraz bu yol üzerinde güreş yaptıktan sonra kendimizi sapa ve dar bir sokağa atarak rahatladık. Ortalama 750 bin sayılan nüfusun yaklaşık üçte birini Müslümanlar oluşturuyor. Bu da 250 bin kişi eder ki anladığımız kadarı ile bir hayli çok insan da Cuma namazı için kutsal mekanları seçiyor. Kaynaklara göre şehirde Filistin Ulusal Yönetiminin bulunduğu alanlardan bahsediliyor. Anladığımız kadarı ile Müslüman halkın yoğun olarak yaşadığı mahalle ve semtler kastediliyor.


 

Gelelim Hıristiyan mahallesine; Müslümanlar Kudüs’e gelip yarı hacı oluyorlar ya aslında Hıristiyanlar buraya gelerek tam hacı oluyorlar. Hz İsa bir takım iddialara göre Nasıra’da (Nazareth) başka iddialara göre de Beytüllahim’de (Bethlehem) doğmuş. Birincisi Kudüs’ün kuzeyinde ikincisi ise hemen yakında güneyinde bulunmakta. Hıristiyanlık inancını ise Kudüs’te yaymaya çalışmış. Ne yazık ki bu uzun sürmemiş yaklaşık 33 yaşında Roma yönetimi altındaki Kudüs’te Yahudi güçlerin de etkisi ile idama mahkum ediliyor. Bugün pek belli etmeseler de aslında Yahudi ve Hıristiyan alemi arasında taa o günlerden başlayan husumet yüzyıllarca sürmüş. O devirde sapkınlık, bozgunculuk, hırsızlık gibi bilumum suçlar için zaten sıkça uygulanan bir yöntem kırbaçlama ve çarmıha gerilme. Kudüs’te eski şehrin Hıristiyan mahallesinde Hz İsa’nın bu suça mahkum edildiği çarmıhı (hacı) sırtına aldığı ve düşe kalka yol aldığı güzergah  (Via Dolorosa – Çile Yolu) istasyonlarla (on dört adet) belirlenmiş. Her bir istasyonda olan olay anlatılıyor. Örneğin Hz. İsa burada annesi ile konuştu ya da havari Simon hacı onun yerine taşımak istedi gibi açıklamalar var. Ayrıca istasyonlarda çeşit çeşit kiliseler var. Kıptiler, ortodokslar uzun sakalları ile sanki yüz yıldır aynı koltukta oturuyor hissi veren rahiplere gülümsemeye çalışarak yol alıyoruz. Genelde pek kimseye pas verdikleri yok ama çaktırmadan iyi poz veriyorlar. Bu da Savaş’ın ilgi alanına giriyor. Bu kiliselerden Etiyopya’nın (Habeşistan) sade kilisesi dikkat çekici bir de Konstantin zamanında keşfedilmiş altında bir su sarnıcı bulunan kilise ayrı duruyordu.




En sonunda da Kıyame Kilisesine (Church of Holy Sepulchre) dar sokak ve geçitlerden geçerek ulaşılıyor. Ki burada kimi inançlara göre can verir ve birkaç gün sonra diriltilip göğe çıkar, kimilerine göre de ölmeden göğe çıkarılır. Son istasyon ki ağlama duygulanma, Hz. İsa’nın öldükten sonra yatırıldığına inanılan düz bir taşı öpme zamanı. Bilhassa Hıristiyanlar için duyguların zirve yaptığı yer. Ellerindeki tespihleri haçları, mendilleri ve daha çeşit çeşit objeleri bu taşa sürtüp bir nevi kutsuyorlar. Biz Hıristiyan inancına sahip olmayan kişiler de hissiz kalamadık doğrusu. İnsan gerçekten o senaryoyu gözünün önünden geçiriyor sanki sırtında çarmıhla yuhalayan bağıran vatandaşın arasından çile içinde bir yürüyüş, sanki sesleri duyar gibi oluyorum. Öte yandan bu bahsettiğim güzergah sadece kiliseler ve istasyon işaretlerinden oluşmamakta ayrıca sayısız hediyelik eşya dükkanları ile dolu. Aslında yolun bütün maneviyatını bozmuş hacı olma yolunda ilerlemeye çalışırken insanın kendine hediyelik bir şeyler almaya çalışması fikri bana çok garip geldi.  Özellikle Müslümanların kutsal Harem-ül Şerif’inden sonra çok garip geldi bu kutsallık ve ucuz ticari faaliyetler.




Öte yandan Via Dolorosa adlı yolu takip edip surlardan Aslan Kapısından (Lion’s Gate) dışarı çıkarsanız kendinizi Zeytin Dağına giden yolda bulabilirsiniz. Bu yol üzerinde de tepe yamacına dağılmış birkaç tane kilise bulunmakta. İddiaya göre Hz İsa Zeytin Dağında müritleri ile toplanıyor inançlarını yaymaya çalışıyormuş. Dahası son akşam yemeğini de bu dağda bir mekanda yemişler. O bölgeyi de dolaşma şansımız oldu. Kiliselerin birine (Getshemane Kilisesi: Zeytin preslenen ve yağı çıkarılan yer anlamında) dışarıdan bakıyorduk fark ettik ki kapısı ters tarafta önce boş verelim dedik. Yorulmuştuk bir hayli. Sonra içimden sanki bir şeyleri kaçıracakmışız hissine kapıldım. Hayal ettiğim kadar sıra dışı bir şeyle karşılaşmadım ama zemin döşemesi ve eflatun vitrayları şimdiye kadar gördüklerimden çok farklıydı.




Yahudi mahallesine gelince, öncelikle Yahudilerin biraz tarihinden bahsetmek anlamlı olabilir. Yahudilerin soyunun Hz. İbrahim’in oğlu İshak’a dayandığına inanılır. Bu arada hatırlatmak isterim Filistinlilerin soyunun da İshak’ın ağabeyi İsmail’den geldiğine inanılır. Önce İshak ve oğlu Yakup döneminde bugünkü kutsal mekanlarda inşa edilen birinci tapınak sonra da Hz. Süleyman döneminde inşa edilen ikinci tapınaktan sonra Babil hükümdarı Nabukadnezar’ın bölgeyi fethedip yakıp yıkınca Yahudiler için çok uzun sürecek sürgün hayatı başlar. Dünyanın değişik yerlerine dağılırlar. Ama her nasılsa içlerindeki Kudüs hasreti hiç bitmez. Kudüs dualarında yer alır, Sinagoglarının kıblesi Kudüs olmuştur ve hiç unutmazlar. Buna da Kudüs’teki tepelerden birinin adı olan Sion’dan yola çıkarak Siyonistlik dene gelmiştir.  İlk defa 19. Yy’ın sonlarında ortaya çıkan ve İsrail oğullarının bir devleti olması gerekir diye şekillenen ideal de 2. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşecektir. O gün bu gündür de bölgede kan dökülmesi ve huzursuzluk durmadan ne yazık ki devam etmekte.




Yahudi Mahallesi deyince akıllara ilk gelen şey ağlama duvarı oluyor. Yahudilerce ha-Kotel ha-Ma’aravi (Batı Duvarı) adlandırılıyor. Ağlama duvarı terimi daha ziyade Hıristiyanların etkisi ile dilimize geçmiş (Wailing Wall). Zaten Kudüs’te en merak edilen ve en çok ziyaret edilen yer burası. Diğer din mensuplarına açık bir yer ve biz de duvarın dibine kadar ulaşabildik. İlk giriş kısmında bir takım yazılar var. Duvarın Davut Peygamberin oğlu Hz. Süleyman’ın yaptırdığı tapınağın son kalıntısı olduğu ve elbet bir gün o tapınağın tekrar yapılacağından ve bunun tanrısal güçte olacağından vb bahsediliyor. Buraya gelenler doğal olarak dindar Yahudiler. Tipik siyah takım elbise, siyah palto ve fötr benzeri şapkalar takıyorlar, şapka takmayanlar muhakkak kippa takmalılar (yani erkekler). Kadınlar sadece edepli saygılı giyinseler yeterli, kimisi başını örtüyor ama şart değil. Ağlama duvarına kadınlar ve erkekler ayrı taraflardan yaklaşıyorlar. Ben erkekler kısmını daha merak ettim, çünkü tipik kıyafetleri ile daha ilginçler ama sadece sınırı oluşturan parmaklıklardan bakabildiğim kadarı ile yetindim. Hepsinin elinde bir kutsal kitap, yanlış anlamadı isem Talmud var. Bir hayli konsantre olmuş şekilde onu mırıldanıyorlar ve bir gayret sallanıyorlar. Herkesin ağladığından bahsedilir ya, ben sadece bir kişi gördüm, inil inil ağlıyordu. Diğerleri sadece transa geçmiş şekilde ibadet ediyorlardı. İşte tam burada ben dua ederken neden sallandığımdan bahsettim anlatayım. İlk günden bu ağlama duvarını görmüştük. Trans halinde ileri geri salıntılı halleri insana biraz da komik geliyor ne de olsa orada onların yaşadığı duyguları hissedemiyordum. Duvarın öbür tarafına geçip de aynı şey başıma gelince işte kafama dank etti dedim ki bu trans hali kaçınılmaz bir durum!!! Duvarın öte tarafı dedim ya işte burası önemli: Bu duvarın öte tarafı Yahudilerin tapınaklarının olması gerektiğine inandıkları yerde bizim Harem-ül Şerif var. Filistin’i işgal ettiler Kudüs’ün kontrolünü ellerine geçirdiler belki ama hala ağlıyorlar. Çünkü orası hala onların değil.




Yahudi mahallesinde bir de sinagog gezme şansımız oldu. Aslında girmemize izin var mıydı hala emin ediğilim. Yahudi bir grup içeri bir rehberle birlikte giriyordu biz de sanki onlarla birlikteymişiz gibi davranınca kapıdaki görevli sorun çıkarmadı. Ama o gruptakilere ait olmadığımız da aşikardı ya?? Genel iç yapısı kiliseye biraz benziyor. Kadınlar için arkada ayrı oturma yerleri var. Girişin karşı tarafında orta kısmında Tevrat'ın okunduğu teva adlı bölüm bulunmakta. İbadet değişik mekanlarda örneğin Türkiye'de Kudüs yönüne doğru dönülerek yapılıyor. Kiliseden benim gördüğüm fark kiliseler haç şeklinde olurken sinagoglar dikdörtgen şeklinde.Bir de sinagoglarda resim heykel vb bulunmuyor.

Bu üç mahalleden sonra geriye bir tek Ermeni Mahallesi kalıyor. Ermeniler burada küçük bir etnik grup oluşturmuşlar. Tarihleri aslında bir hayli geriye dayanıyor. Ermeni mahallesinde görülecek ve anlatılacak fazla bir şey yok zaten.. Kendilerine ait bir patrikhaneleri varmış. Biz göremedik.  Yüksek duvarların arkasında mahrem yerleşimler var belli aralıklarla ufak kapılar ki çoğu kapalı. İnsan kendini Mardin’de hissediyor.

Bütün bu eski mahalle kapsamında yeme içme beni şaşırtacak kadar azdı. Falafel adındaki nohutlu etsiz köfteyi kendilerine mal etmiş İsrailliler. Aslında Arap ülkelerinin çoğunda bulabilirsiniz. Bir de Amerika’daki Yahudilerin ortaya çıkardığı simit benzeri bagel adında bir hamur işi var. Bu hamur hazırlandıktan sonra ilk olarak suda haşlanıyor sonra da fırında pişiriliyor. Neden bir de suda haşlıyorlar diye sormayın o kadarını da bilemeyeceğim. Bu bagellerle çeşit çeşit sandviçler yapıyorlar. Tahmin edileceği üzere başta yiyecek içecek birçok şey çok pahalı. Domuz eti hiç yok içimiz rahattı ama her yerde içki var. Bazı yerler koşer adlı kurallara göre işletiliyor. En önemli kuralı, et mahsulü ile süt ürünleri bir arada yenemez. Bir arada tutulamaz. Bir de deniz mahsulü yemek yasak.

Eski Şehir dışında Kudüs aman aman özelliklere sahip bir şehir değil. Mimari ve doğal güzellik açısından gördüğüm en güzel şehir hiç diyemem. En ilgi çekici tarafı neredeyse bütün binaların taştan olması. Mağazalar vasat, aşırı aktif değil. Bir iki şehir merkezi olarak anılabilecek sokağı var. O sokaklarda dolaştık. Kendimize gidecek Barood adında bir bar bulduk. Burası gerçekten tutulan bir mekan ayrıca Türk gazeteci Ayşe Karabat’ın romanı Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri bu barda geçiyor. İşi gereği geldiği zaman vaktini çok burada geçirirmiş. Kitaptan bahsedildiğini internette görmüştük ama ahbaplık ettiğimiz Rus garson kız bizim Türkiye’den geldiğimizi öğrenince bize ellerinde bulunan bu kitabı getirdi. Biz de son gün yağmurdan balık olmuş halimizle zaten kurumak için zamana ihtiyacımız varken oturduk birkaç sayfa okumaya başladık. Hayatımda ilk defa okuduğum kitap o anda bulunduğum mekanı anlatıyordu. Girişteki ayrı ufak kısmı duvarda asılı bazı resimleri vb hem okuyup hem izlemek zevkli oldu. Bar cidden güzeldi ve Hıristiyanlar işlettiği için Şabat arifesi Cuma akşamı açık tek yerdi. Ondan birkaç saat önce nerede miydik?

Bayılırım biraz daha ve biraz daha değişik tecrübeye. Rehber kitaplarda Mea Shearim diye adı geçen bir semt var. Burası dindar Yahudi’lerin yaşadığı bir yermiş. İlginç tecrübe olur gidin gezin diyor kitaplar. Savaş’ın çok ilgisini çekmese de ben düzenli aralıklarla sondaj yapmaktayım, “Aslına ilginç bir yerdir, ben görmek isterdim” tarzı cümlelerle. Biz de baktık erişimi yürüme mesafesinde, baktım ikna oldu Savaş. Kendimizi arka sokaklarda bulduk bile. Aslında görülecek çok şey yok ama kapalı pencereler, kapalı perdeler, her hali ile tutuculuk akan sokakları ile yine de ait olduğu havayı insana hissettirmeyi başarıyor.  Cuma öğleden sonrası ve işler paydos edildi bile. Toplu taşım çalışmayacak. Bu kişiler televizyon, cep telefonu gibi hiçbir elektronik alet kullanmayacaklar. Tam bir tatil olacak. Tek tük tipik siyah kıyafetleri içinde evine ulaşmaya çalışan vatandaşlar var. Bana ilginç gelen şekilde bizi yok sayıyorlar. Ne yardım etmeye çalışan var, ne de orada olmamızdan rahatsız olmuş tavırları var. Göz ucuyla bile bize bakmıyorlar. Oysaki biz lafa dalmış ve kendimizi hiç beklemediğimiz bir yönde bulmuş halimizle pekala turiste benziyoruz ve pekala yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Aksilikleri artıralım… Yağmur başladı (Neyse ki kabanlarımız aynı zamanda yağmurluk). Toplu taşım yok. Taksiler ya çok pahalı olurlar ya da güvenebilir miyiz acaba? Yönümüzü doğrulttuk tekrar hatırı sayılır bir mesafeyi yağmur altında yürüdük. İşte o yürüyüşün ardından açık tek bar olan Barood’a attık kendimizi.

Kudüs’te bulunduğumuz süre içinde bir de soykırım müzesini gezme şansımız oldu. Bence çok başarılı bir yerdi. Değişik bir mimariye sahip olan bu ilginç üçgen binaya ilk girişte duvara yansıtılmış video görüntüleri ile karşılaşılıyor. Bu videolarda 2. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’daki Yahudi halkının gündelik hayatından kesitler bir araya getirilmiş. Daha sonra tüm Avrupa ve Hristiyan alemi içinde çok eskiden beridir süregelen Yahudi düşmanlığı anlatılıyor ve örnekler veriliyor. İşte burası ilginçti. Tabii ilerleyen aşamalar sırf Nazi Almanya’sına odaklanıyor ancak aslında çok uzun zamandır türlü tarih ve mekanlarda Yahudiler zulüm görmüş, hatta daha ufak çaplı da olsa soykırımlara maruz kalmışlar. Ve inanın hepsi Hristiyan ülkeler ve yönetimler tarafından uygulanıyor. Tabii akıllarda şu soru, tarih boyunca size hep Müslümanlar ve Osmanlılar Türkler yardım etmiş. Siz şimdi sırtınızı dayamışsınız Avrupa ve Amerika’ya Müslümanlara zulmetmektesiniz. Bu ne yaman çelişki …diye türküye başlamak geliyor insanın içinden.




Kudüs’te bulunacağımız Şabat (Cumartesi) günü için planımız Ölü Denizi (yani Lut Gölünü) ve Massada turuna çıkmaktı. Şehirde her yer kapalı iken yapılacak ilginç bir faaliyet olacaktı. Massada’yı tarih kitaplarından hatırlıyorum. Roma’lılara karşı Yahudi isyancılar Massada’yı ellerinde tutuyorlar hem de iki yıl boyunca teslim olmuyorlar. Kuşatma da iki yıl sürüyor en sonunda kalenin düşeceği anlaşılınca kaledeki tüm insanlar toplu şekilde intihar ediyorlar. Planlamıştık diyorum çünkü hemen öncesi akşamı oğlumuzun rahatsızlandığını öğreniyoruz. Dünyanın böylesi kutsal mekanlarını, sıra dışı diyarlarını gezmek çok zevkli olabilir ama Bora bey hepsinden kıymetli olunca derhal uçak bileti 1.5 gün erkene alınıyor. Geceden yola çıkılıyor ve doğru Ankara’ya.

Dönüşte de ülkeden çıkmak girmek kadar zor. Valizler, bilgisayarlar ve elinizde ne varsa çoğu ciddi bir kontrol ve aramadan geçiyor. En az birkaç saat önceden havalimanına gelmek gerekli. 

İşte böyle erken dönmek zorunda kalmış olsak da karla başlayıp karla bitse de, yağmurlar altında ıslansak da bence son derece özel bir seyahat oldu Kudüs bizim için. İyi ki gitmişiz…

Yazı : Fatma Şahin
Fotoğraflar : Savaş Şahin
Gezi Tarihi : Ocak 2011



6 yorum:

  1. Sayın Fatma Şahin,
    Kudüs ve diğer İsrail gezi yerleri ile ilgili bilgi ararken tesadüf bloğunuzu okudum. Yazınızdan girişi yasak bir yer yok gibi anladım, Mea Sharim gibi... İsrail girişinde, otel rezervasyon zorunluğu aranan bir şey midir?
    Kıt ingilizce ile bu konular başa dert olur mu? Bir de maliyetler ...
    Son olarak da yazınız için teşekkürleri mi ifade etmek isterim.

    YanıtlaSil
  2. Teşekkürler güzel bilgiler yolculuk öncesi benim için çok yararlı oldu.

    YanıtlaSil
  3. Ama dediniz sallandım duva ederken sonra deyinicem konuya o konuya hiç deyinmediniz ama göremedim okutmak içinmi bu taktik İnan anlamadım ve üzüldüm... ��

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. okutmak için değil daha sonra bu konuya değinilmiş iyi okumamışsınız bence

      Sil
  4. Guzel yazi olmus. Umarim gezilere kaldiginiz yerden devam ediyorsunuzdur.

    YanıtlaSil
  5. Dua ederken neden sallandinin aciklamasi ic gudusel olarak dua ederkene kendinmisden geciyors o an allahla bir bag olusuyor ve istemsizce sallanma geliyor

    YanıtlaSil