10 Şubat 2012 Cuma

Vietnam Seyahati



Ho Amcanın Şehri;

 
Seyahatimizin bu aşamasında Vietnam sınırına geldiğimizde kalbimiz ve bedenimiz Kamboçya’da geçirdiğimiz 5 günün anılarıyla tamamıyla yüklü idi, yine de önümüzdeki 3 günlük Saygon gezisi için tam gaz enerji dolu idik. Sınırdan geçişimizin bir önceki Kamboçya siniri tecrübesinden kat be kat kolay olmasının mutluluğu ile otobüslerimize binip yolumuza devam ediyoruz. Biraz daha yeşillik biraz daha pirinç tarlası ve tabii ki biraz daha hoş hostesimizin sunumu, oh bee ne de zevkli bir yolculuk. Hostesimiz belli aralıklarla bize hem Khmer dilinde hem de İngilizce açıklamalarda bulunuyor. Bu uzak doğulu mini mini tatlı mı tatlı kızlar benim gönlümü gerçekten fethettiler. İnsan çocuk gibi sevmek istiyor bu kızları. 

Bir kaç saat içinde Saygon’a ulaşıyoruz. Saygon’un şimdiki resmi adi Ho Chi Minh City ama hala birçok kişi günlük yaşamında bu ismi kullanıyor. Vietnamlılar için Ho Chi Minh kimse bizim için de Atatürk benzer bir kişilik. Devrimin lideri olmuş ülkeyi Fransız sömürgecilerinden kurtarmış vatansever ve sosyalist bir lider, Amerika ile savasın ilk yıllarında da hala hayatta ve ülkesinin başında imiş.


Saygon ülkenin en büyük ve ticari olarak en aktif şehri. Sosyalist bir ülkeye geldik, bu şehirde nelerin bildiğimiz kapitalist sistemli mekanlardan farklı olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Doğrusu şehrin genel çehresinde bize ipucu verecek hiç bir şeye rastlamak mümkün değil. Tabii ki dış dünyanın baskısına bir yere kadar dayanabilmişler. Daha sonra yabancı sermayenin ülkeye, özellikle de Saygon’a akısına engel olamamışlar. Son moda, hatta hijyenik görünen alışveriş merkezlerini şehrin zenginleri ya da başka ülkelerden gelen ticaret insanları dolduruyor. Dünyanın pek çok büyük markası köşe baslarını ve büyük reklam afislerini kapmış bile. Aslında Bangkok’a yaklaşan bir ticaret ve alışveriş merkezi olma yolunda. Dahası her markayı her fiyata bulmak mümkün ve uzak doğunun olmazsa olmaz ipek ürünleri, hediyelik eşyalar ve daha neler neler, almamak için caba harcamalı insan. Bir mağazaya giriyorsunuz elbiselere bakıyorsunuz sonra diyorsunuz ki bunlar bana çok küçük gelir. Satıcı bayanın cevabi ise ‘Hiç sorun değil yarına bedeninize uygun elbiseyi hazır ederim’ Vallahi ben diktirdim, ve ispat edebilirim!! Hatta internetten uluslararası müşteri bulan terziler olduğunu da duydum. Belki biraz araştırmakta fayda var.

Saygon’un sokakları başlı başına ayrı bir hikaye. Tahminimizce Vietnam 80 milyonluk nüfusu ile dünyanın en fazla mobilet-motosiklet kullanan ülkesi. Caddeler ve sokaklar 90% oranında mobiletlerin. Geriye kalan 10’luk kısımda ise lüks arabalar içindeki sürücüler kendilerine karmaşık trafik içinde yol açmaya çalışıyorlar. İnsanların mobiletlerin üzerindeki rahatlığını izliyoruz. Gencecik kızların skooterların üzerindeki duruşları, bir ailenin bir motora sığışabilme becerileri kavşaklarda yoğun trafiğin içinden yağ gibi süzülüp gitmeleri ve bulunduğumuz süre içinde değil bir ciddi kaza en ufak soruna bile şahit olmamamız hayranlık verici. (Aslında ben biz şahit olmadık ama hastaneler motosiklet kazalarında yaralananlarla dolu diye okumuştum ki bunu ya yazmalıyım). Eşim Savaş’a şöyle bir yorum yapıyorum, ‘bu motorlar şahane aile planlaması yöntemi, ne de olsa bir motora 4 kişiden fazlası binemeyeceğine göre daha fazla çocuk yapmak kimse istemez” Sadece bir kere beş kişilik bir ailenin bunu başardığını tespit ettim. Anne babası arasında sıkıştırılmış ufaklıklar ise bu şehrin dünya tatlıları. ‘Cyclo’ların Vietnam’a özgü araçlar olduklarını okumuştuk ancak çok yavaşlar ve zaten çok kalabalık olan trafiği yavaşlattıkları için yıllar içinde sayıları bir hayli azalmış. Zaten ilk ve tek denememiz sonunda cyclo şoförlerinin basit turist kandırmaca yoluna gitmeleri bizi hayal kırıklığına uğratınca bizim de tecrübemiz devam etmedi. Bu durumda uygun düşecek bir uyarı yapayım: Cyclo, tuk-tuk gibi araçlara binerken pazarlığı muhakkak baştan yapmak gerekiyor. Hem de açık ve net bir şekilde. Fiyatın hangi para biriminde olduğunu bile netleştirmek gerekiyor ki bu bizim başımıza geldi o nedenle yazıyorum.

 


Hazır yollardan bahsediyorken ekleyeyim, üç gün boyunca mobilet kullanıcılarını gıpta ile izledikten sonra cesarete geliyor ve bir tanesini kiralıyoruz. Aman Yarabbi iste biz de ayni yollarda araç kullanıyoruz. İlk yarım saat biraz bocalama devresinde tabii biraz tedirginiz, ilk bir kaç kavşaktan nasıl geçtiğimizi kendimiz bile anlamıyoruz, ama bolca yürüyerek geçirdiğimiz günlerde biraz da olsa trafiğin ruhunu kapmışız ki insan kendini isin akısına tahmin ettiğinden daha kolay kaptırıyor. Sonraki 5 saat boyunca neredeyse hiç durmadan caddeler sokaklar nereyi bulursak geziyoruz. Şehir merkezinden ayrıldığımızda artik civardaki tek turist olarak kaldığımızı fark edince standart güvenli alanların dışına çıkabilmiş olmanın haklı gururu içimi dolduruyor, hele bir de sadece motorların girebileceği kadar dar sokaklara girdiğimizde iste hakiki insan ve yasam manzaraları ile baş başayız. İki üç katlı evlerin her birinin altında envai çeşit minik dükkanlar, birinden et al hemen yanından da cep telefonu. Kısacası iyi ki cesaret edip de binmişiz motosiklete, muhtemelen bunu yaşamasak tatil boyunca sahip olacağımız en büyük hayal kirikliği olurdu.

Saygon’da ilk ziyaret ettiğimiz yerlerden biri, Yönetim Binası, Vietnam Kuzey – Güney olarak ikiye ayrıldığı zaman Güney yöneticilerini ağırlamış. Çinli bir mimarin özenli dizaynının dış cephesinde pek çok Cin alfabesinden esinlemeler bulmak mümkünmüş , tabii açıklamalar olmadan bunu bizim anlayabilmemiz imkansız. Tarihi sadece 30 kusur yıllık, her ne kadar güney Vietnam sosyalist değilmiş ancak iç mimari öylesine alışılagelmemiş şekilde ve öylesine kendine has ki, ancak şöyle yorumlayabiliyorum; bir açıdan bakıldığında çok sıkıcı ve soğuk ama başka bir bakış acısı ile son derece orijinal. Bahçesinde duran iki tankla 1974 yılında Kuzey Vietnam Güney’i bu binayı işgaliyle alması ile ele geçirmiş ve bünyesine katarak tekrar tek bir ülke olmayı başarabilmişler.


Her ülkenin ilk bakışta göze çarpan bir simgesi, ya da halkının birincil olarak değer verdiği bir kavram var. Örneğin Bangkok’a gittiğiniz ilk gün kaçınılmaz olarak Krallarının ne kadar sevilip değerli olduğunu anlıyorsunuz, ya da Kamboçya’da eski Khmer medeniyetinden duydukları gururu her yerde hissetmek mümkün. Vietnam’a gelince ise zaten tahmin etmesi güç değil, ülkenin gelen sosyalist devrimle birlikte başlarına musallat olan önce Fransız sömürgecileri, sonra da Amerika devini, gösterdikleri olağan üstü mücadeleler ile ülkelerinden atmış olmaları. Bu gururu hem sokaktaki vatandaşta hem de gündelik hayatlarında hissediyoruz. İnsanlar selam vermek amacıyla el sallamak yerine sadece zafer işareti yapıyorlar. Gittiğimiz her turistik noktada bizlere dobra dobra propaganda filmleri izletiyorlar.

Çok doğal olarak ziyaretçilerin en çok uğradıkları yerler de Amerika Savası (çünkü orada kimse Vietnam savası demiyor, tabii ki demeleri oldukça saçma olur) ile ilgili müzeler. Kamboçya’dan sonra kalplerimizi ağırlaştıran, bizleri kedere boğan acı dolu tecrübeler tekrar başlıyor. Tekrar zalim insan hikayeleri, resimleri, eski makaleler ve beceriksiz ve niye buraya gelmiş olduklarının cevabını bile yitirmiş Amerikan askerinin zaman içinde nasıl da her bir vatandaşı düşman görmeye başlamaları, köy halklarına yaptıkları her nevi zulümler katliamlar. Ucu bucağı gelmeyen korkunç hikayeler. Derken biz zaten bol bol eleştirdiğimiz Amerikan politikasına biraz daha düşman olduk bile.

İste savaş ile ilgili ufak tefek notlar. Savaş’ın sözde ya da gerçek başlama sebebi komünizmle mücadele. Aslen vaktiyle kurdukları baskı ile ayırdıkları Güney Vietnam’ın basına düzmece bir darbe ile getirttikleri bir komutanı halk içindeki komünist gerillalara karşı korumak. Bu gerillalar ise birçok Amerikan filminde adi gecen Viet Cong’lar. Amerikalı askerler ülkede 10 yıl savaştılar. Daha çok Güney Vietnam’da savaştılar, Kuzey’e girmeye çekindiler çünkü Çin siniri olası bir saldırıya karsı askerle yüklüydü. Savaş ilk olarak savaş uçaklarının yoğun bombalaması ile başlamış ve sadece Güney’e değil, Kuzey de bombalanıyor, hatta Kamboçya ve Lagos da. Atılan bombaların toplam miktarı iddialara göre bütün dünyada İkinci Dünya Savası sırasında atılanların iki kati. Yani akil almaz bir bombalamadan bahsediliyor. Savaşta 2 milyon kadar sivilin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor; mayınlar ve kimyasal silahlar sebebiyle hala acı çeken hatta hayatini kaybeden insanlar var.

Yukarıda da belirttiğim gibi insanlar bu savası kazandıkları için gururla yaşıyorlar. Ayni savaş sırasında kullanılan tünellerin olduğu, daha doğrusu resmen savasın geçtiği Chu Chi adli bölgeye bizi götüren turist rehberinin son olarak gururla dediği gibi ‘Bu savaşı Vietnam kazandı’. Tünelleri ve civarını gördüğümüzde halkın ve askerin nasıl bir mücadele verdiğini ne kadar büyük özverilerde bulunduğunu çok daha iyi anlıyoruz. Anlatıldığına göre gezdiğimiz alanın altı sayısız birbirine bağlanan tünellerle dolu imiş. Simdi pek çoğunun ağzı kapanmış ya da çökmuş dıurumda; zaten son derece küçük ancak minik yapılı uzak doğulu insanların içinden sürünerek geçebilecekleri kadar dar tüneller imiş. Kimileri bu tünellerde uzun zamanlarını geçirip yemeklerini yeyip uyurlarmış bile, bunaltıcı, sıcak ve tozlu havasına rağmen hayatta kalmanın tek yolu olarak görmüşler bu tünelleri. Biz ziyaretçiler için sadece bir tane geniş olanı acık halde duruyordu. Sadece 10 metre kadar uzunluğu olan tünelde iyice çömelerek geçilebiliyor. Tabii ki eskiden kullanan savaşçıların neler yasadığını anlamak için hiç de yeterli değil ancak kavisli tünelde biraz daha ilerleyip de her tarafın zifiri karanlık olduğu kısa bir ana geldiğimde azıcık da olsa hayal etmeye çalıştım. Ayni alanda birçok kapan ve ilkel yollarla üretilen silah örneklerine rastlıyoruz. Bir savası kazanmak için asil gerekli olanın vatansever yürekler olduğunu gözlerimizle görüyoruz.
















Chu Chi tünellerine gidiş yolunda gezimiz için oldukça orijinal bir başka turistik aktivite de Chai Dai (En yaklaşık anlamı yüksek seviye, Tanrının seviyesi gibi) adlı bir dine mensup insanların en büyük tapınağını ziyaret etmek. Hayatımda duyduğum ve muhtemelen dünyadaki en orijinal dinlerden biriyle tanışmak üzereyiz. Bu din basta Budizm, Hinduizm ve Hıristiyanlık olmak üzere birçok büyük dinden esinlenmiş. İbadetlerinde bir taraftan mum yakarken diğer taraftan meditasyon ve namaz arası kendilerine özgü hareketler yapıyorlar. İbadetleri sırasında söylenen ayinleri ayni dili konuşan insanlar bile anlayamıyorlar. Acaba anlayabilen bir kimse var mı diye şüphe ediyoruz. Mabetleri cıvıl cıvıl her türlü renk ve figürle dolu. Dahası da var, peygambercesine saygı duydukları üç tarihi isim var. Biri Çinli bir şair Sun Yat-sen, diğeri Vietnam tarihinden önemli bir isim olan Nguyen Binh Khiem ve en büyük sürprizi sona bıraktım Fransız şair Victor Hugo da üçüncü azizleri. Her gün belli bir saatte tapınağa gelip bir arada yaptıkları ibadeti turistlerin balkonlardan izlemesi serbest. Çevremdeki turistlere bakıyorum. Kimisi ne kadar da ciddi istisnasız fotoğraf makineleri deli gibi çalışıyorlar. Modern hayatımıza pek de uygun; bir saatte hızlı tinsel yükleme. Tamam başkaları adına yorum yapmak doğru değil ama doğrusu ben kendimi bir tiyatronun ortasında gibi hissettim. Ve insanların bu tiyatroyu ömür boyu yasamalarını anlamakta zorlanıyorum. Ama her dinde olduğu gibi işin özü huzuru mutluluğu bulmaksa ve bu insanlar bu şekilde hedeflerine ulaşabiliyorlarsa ne hoş onlara…





Vietnamda seyahat ederken sabahın altısında kalkıp da parklarda yürüyemediğim için bu uzak doğu insanlarının gerçekten sabah sporlarına yatkın kişiler olup olmadıkları konusunda yorum yapamayacağım ama aksam saatlerinde rastladığımız orijinal bir oyunlarına şahit olduk, hatta biraz denedik bile. Badminton topuna benzer hafif bir topu ayakları ile birbirlerine tekmeyle atıyorlar. Top havaya önce hızla uçup sonra yavaşça aşağı doğru süzülüyor. Karşıdaki kişi topu kaçırırsa ona beş kere mekik cezası var. Parkta önce bu oyunu oynayan bir aileyi hevesle izledikten sonra yavaş adımlarla yakınlarına sokulma girişimlerimiz fazlasıyla kabul görüyor. Ben cicili bicili ayakkabılarımı eskitmek istemezken Savaş içlerinde bir oyuncu oldu bile, tamam iyi kötü tekme atmak o kadar sorun değil de cezalara geldikçe yavaş yavaş Savaş’ın alnında ter taneleri oluşmaya başlıyor. Yine de ilk sefer için kötü olmamanın tesellisiyle aksamı bitiriyoruz. Ertesi aksama ayni oyun için başka acemiler bulduğumuzda hepimiz daha mutluyuz. “Süper bir sokak oyunu kesinlikle Türkiye’de de oynanabilir” tarzı geyik muhabbetleri ile bu oyun maceramızı yaşıyoruz.

Saygon ve çevresinde 3.5 gün geçirdikten, Bangkok’tan buraya kadar 100’lerce km.’yi günler boyu karadan takip ettikten sonra öyle hissediyoruz ki bir uçak yolculuğunu hak ettik. Bangkok’a dönüşümüzü uçakla ortalama iki saatte yapacağız. Halbuki bu yolu karadan toplam bir günde (20 küsur saatte) yapmıştık. Şanslıyız çünkü günlerdir sıkılıp bunalan hava tam da biz havaalanına girdiğimizde yağmur olarak çözülmeye başladı. İçimde tatlı bir yorgunluk var. Gördüklerimi, tecrübe ettiklerimi hazmetmeye ise daha yeni başladığımın farkındayım. Vietnam’ı gezip de çok seven birçok insana rastladım ya da okudum. Her ne kadar ülkenin tümünü henüz görememiş olsam da ben de bu ülkeyi çok sevdim. Bir seyyah benzer bütün ülkeler gibi Vietnam için de sarf edebilir su kelamları: ne kadar güzel bir tabiat ya da kalabalık ve karmasa içinde kendine has uyuma sahip. Öte yandan yabancı markaların her yerde oluşuna, askıntı olan seyyar satıcılara dair serzenişte bulunabilir. Ama tam olarak Vietnam’a özel olan bir şey var ki daha önce de elimden geldiğince yazmaya çalıştım. Biraz fakir, kalabalık, kendi halinde hayatlarla dolu bu ülke, gururuyla yaşıyor. Onların bu gururu öylesine yoğun ki bunu bir gelinin gülen gözlerinde selamlaşırken görmek de mümkün…


















Yazı : Fatma Şahin
Fotoğraflar : Savaş Şahin
Gezi Tarihi :  Ocak 2008





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder